Neresi doğru?

Cumartesi günü sabah sabah Milliyet portalda manşetlerden birinde Stalin'in resmini görünce "yine çattık" diye içinizden geçiriyorsunuz. Bizim medya Stalin, Lenin, Marx sosuna bulaşınca masaya değil yenmesi, görmesi bile güç şeyler gelir.

Bu kez de öyle olmuş.

Milliyet, Fransa'nın etkili bir dergisinin AKP'nin Türkiye'sini Stalin döneminin Sovyetler Birliği ile karşılaştırdığını vurgulamış. "Nouvelle Observateur"den hareketle türetilen başlık: "Stalin dönemi gibi."

İlk yanlış kaynakta. Söz konusu derginin adı "Le Nouvel Observateur"dür. Türkçe anadillilere obsesif gelmesi muhtemel, ancak Fransızcanın çok yerleşik bir uyum kuralı, öne bir "le" konmasını, "yeni" anlamına gelen sıfatın sonuna da "el" konmamasını gerektirir. Bunu ukalalık olsun diye yazmıyorum. Diyorum ki, ey Milliyet gazetesi, uyduracaksan önce doğru yazmayı öğren!

Ve tabii ki, bunu önemli olduğu için de yazmıyorum.

Haberin içinde Stalin'le ilgili pasaj varken, nasıl buna takılabiliriz ki!

Fransız dergisinin Jacques Julliard isimli yazarından Milliyet'in aktardığı kadarıyla Sovyetler Birliği'nin demokrasiyle sorunu, kendimizi bildik bileli beynimize bindirilen şu "tek parti diktatörlüğü" meselesi değilmiş. Bakın, şöyle:

"Parlamentonun varlığı, seçimlerin dürüstlüğü veya çok sayıda partinin yaşaması gibi Stalin hâkimiyetindeki Sovyetler Birliği döneminde de mevcut unsurlardan ziyade, demokrasinin mutlak kriteri, basın özgürlüğüdür."

Bu kötü Türkçeli pasaj Fransız dergisinde söylenene öz itibariyle uyuyor. Dolayısıyla "tek parti diktası" öyküleriyle kafaları iğdiş edilen Fransızlar da gecikmiş bir oh çekebiliyorlar! Üstelik ilgili dergide, bizim gazeteye göre çok daha alenen Sovyetler'de çok partili sistemin bulunduğu yazıyor.

Lakin biz komünistleri tatmin etmek mümkün olmamaktadır çünkü söylenen doğru değildir. Her lafa bir tutam anti-komünizm serpmeyi bütün batılı mutfaklarda kural haline getiren soğuk savaş ideolojisi, bazen böyle saçmalamalara da vesile olur. (Sosyalist siyasal sistem çok partili değildi. Birden fazla partinin var olduğu sosyalist ülkeler dahil, kitlelerin katılımı parti çokluğu üzerinden değerlendirilmez, başka kriterlere ve araçlara yoğunlaşılır. Kapitalist sistemde, istisnasız her yerde, seçim mekanizmasının, demokrasi sözcüğünün bütün anlamlarını reddedecek biçimde paraya, tekelci medya kampanyalarına ve gerici ideolojiler yarışına oturtuluşunu izleyen herkesin, bu Sovyetik tezi daha fazla ciddiye alması gerekir. Tabii günümüzün tek partili Küba'sına, yani toplumun büyük çoğunluğunun etkin katılım mekanizmalarına sahip olabildiği yaşayan örneğe bakmakta da yarar vardır.)

Fransız gazeteci uydurmuş, Milliyet ve başkaları da aynen aktarmış.

Ama Fransız dergisi, asıl, AKP Türkiye'sini kendi Napolyon dönemlerine benzetmektedir ve kritik unsur olarak basın özgürlüğü sunulmaktadır. Anti-komünizmden bir tutam değil on avuç yemeye alıştırılmış bizimkiler Stalin Sovyetler'i-AKP Türkiye'si benzetmesini uydurmaktan kendilerini alamamışlardır.

Bu arada orijinal kaynaktaki "Janus" anıştırması güme gitmiştir. Janus eski Roma'dan kalma, iki yüzü ters yönlere dönük bir figür. Başka dillerde, bir yüzü eski yıla diğer yüzü yeni yıla bakma esprisiyle Ocak ayına verilen isimler hep bu kökten gelir. AKP'li Türkiye için yapılan bu benzetme yazının tek zekâ barındıran yanı.

Ancak Fransız dergisi Türkiye'den "ileri bakıldığında" neyin görülmesi gerektiğini kendi açısından büyük bir açıklıkla ve dolayısıyla aşırı küstahlıkla betimlemektedir. Türkiye'ye ve AKP'ye laf eden, demokrasi değil, Fransız emperyalizmidir!

Öyle ki, yazar ülkesini "Avrupa'nın bir siyasi güç olması" için tek şans saymakta, merkezinde emperyalist ittifakın durduğu ikinci halkaya ise Türkiye ve diğerlerini yerleştirmektedir. Ona göre Fransa, Türkiye gibilerin sırtından kültür emperyalizmini eksik etmemelidir. Zaten İstanbul'dan yeni dönmüştür ve Beyoğlu'ndaki Fransız Kültür Merkezi'ne "her gün 1500 kişi uğramaktadır."

Öyleyse, Milliyet'e kızmak çok yersizdir! Türkçenin hoş bir ifadesiyle "ya saymayı bilmeyen, ya da hiç dayak yememiş" bir yazarın yazdıklarını kaynak diye kakalayanların kendilerince biraz daha eğip bükmeye, sivriltmeye, uydurup araya Stalin'i eklemeye yerden göğe kadar hakları yok mudur?

Ya da çuvaldızı kendime batırayım: Kadıköy'ün şu güzelim kıpkızıl Pazar gününde, doğru yanı olmayan bir mevzunun eğrilerini ayıklamaya değer mi?

Basın özgürlüğü deyince yağları eriyen Doğancılar, sakil emperyalist duyuları görmezden gelirler elbette. Ama hiçbir şey, farkları ancak başbakanın soyadındaki iki harflik ön ek kadar olan iki kanadın, sadece bir kardeş kavgası yürüttükleri gerçeğini değiştiremez.

Herhangi bir sonuç vermeyen değil de, taraflarının gerçekte düşman olmadıkları bir kavgadır bu. Gerçekte düşman olmadıkları için ha seçimden önce ha sonra, ama çok büyük olasılıkla yakında uzlaşacaklardır. Kavgalarının sonucu ise Türkiye'nin dinsel egemenliğe, faşizme, savaşa batıp boğulma sürecinin ta kendisidir.

Erdoğan veya Doğanların değil yoksulların mahvolacağı bu bataklığa bakan Amerikalı emperyalist "işler yolunda" deyip ellerini ovuşturmakta, payını beğenmeyen Avrupalı kardeşi ve rakibi ise, laiklikti, demokrasiydi diye geveleyip AKP'nin tökezleyeceği bir fırsatı beklemektedir.