Salgında egemenler hangi ekonomik faaliyetin ne ölçekte sürdürülmesi gerektiğine karar veremediler ve işçi sınıfının “mavi yakalı” denen kesimleri çalışmaya devam etti. Söz konusu sınıf kesiti açısından sağlık önlemlerinin tamamen göstermelik olduğu açık.
Meğer virüslerin varlık nedeni, “demografik regülasyon”muş!
Bilim kurulu üyesi profesörümüz böyle deseydi daha janjanlı olurdu… Ama hayır; o açık seçik anlattı: Allah hastalık yaratıp insan nüfusunun fazlasını temizliyormuş. Yoksa aç kalırmışız…
Marksizme göre her şey sınıfsaldır. Marksizmden sapma gösteren akımlar, bu noktada istisna ararlar ve bulurlar: “Tabii ki sınıfsallık çok önemlidir, ama bazı şeyler de sınıflara indirgenemez.” Bizim ezberimiz her şeyin sınıfsal olduğuna dayanıyorsa, sapmalarımızın ezberi de bu genellemenin reddine veya delinmesine dayanır.
Çok ağır bir yönetememe hali yaşıyoruz... Önceki hafta Türkiye savaşa sokuldu. İmzalanan anlaşmadan hareket edersek, ülkeyi yönetenlerin savaştan muradının ne olduğuna dair bir fikir geliştirebiliriz: Sonuçta AKP İdlib’de birtakım cihatçı çetenin ve onları koruyan TSK’nın varlığı için uzatma aldı. Ortada başka bir şey yok.
AKP açısından bir muharebe daha kapandı. Bakmayın hükümet ve yandaşlarının üste çıkma çabasına. Amerikancı düzen muhalefetinin can sıkıntılı halini de gözden kaçırmayın… Önce bilelim ki, “kim kazandı kim kaybetti” sorusunun yanıtı hiç de yalın ve tekdüze değil.
Suriye’de ağır kayıp verilen akşam Yeni Akit damadın taziyeye uygun bir resmini bulamayıp da ölümlere güldüğü veya basbayağı memnun olduğu anlamına gelen bir yayın yapınca haberini silmek zorunda kalmış!
Bir değil birkaç nedenden ötürü, Gezi veya Haziran Direnişi yargılanamaz. Daha önce bir dava açılmış ve kapanmıştı. Taşra kentlerinde bir dizi daha küçük ölçekli davanın zaten “Gezi’yi yargılaması” mümkün olamazdı. Bin bir afra tafrayla patlatılan sonuncusu da bu hafta kepenk indirdi. Mahkeme heyeti hakkında soruşturma açıldığına göre belki yenisi gelir.
İki gün önceydi, Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş yıldönümü. Aynı gün, yani 13 Şubat DİSK’in de kuruluş günü. Ama bugün TİP’e dair konuşalım. Daha doğrusu bir köşe yazısında olabileceği kadarıyla not düşelim. Bir kısmını 13’ü akşamı Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde Zehra (Güner Karaoğlu) ile konuştuğumuz notlar…
Başdanışman tereddütsüz reddetti, ikinci çığı kendisinin yarattığını… Tabii inanan olmuştur, inanmayan olmuştur… Hakikaten “inananı var, inanmayanı var”… Çünkü kanıtlayanı ve kanıtlayamayanı yok!
Devrimcilik bir kez tanımlandığında koordinatları sabitlenebilen bir pozisyon değil. Devrimciliğin hep, yani zamana ve mekâna göre yeniden ve yeniden güncellenmesi gerekiyor. Güncelleme teoriktir, teorik olduğu kadar -devrimcilerin davranışlarını biçimlendirdiğine göre- pratiktir de.
Ölümlerinin üstünden 99 yıl geçiyor ve kurdukları örgüt ile “fırka” sözcüğü dışında aynı adı taşıyan bir parti, onların adına “örgütlenmeye” çağırıyor. Önümüzdeki hafta “Mustafa Suphi örgütlenme haftası”dır.
Peki bir insan ne zaman ölü sayılır?
236 milyar Türk lirası yapıyor. Dört isimli AKP Genel Başkan Yardımcısı Fatma Betül Sayan Kaya vermiş bu sayıyı. Yardımcılığını yaptığı makam gibi, o da itibarın parayla ölçülemeyeceğinden hareket ediyor olmalı. Suriyeli göçmenlere harcanan paraymış bu. 40 milyar dolarlık itibar, büyük övünç kaynağı…
Önce Arap basınında Türkiye’nin Libya’ya sevkiyat sırasında Tunus’un olanaklarından yararlanma isteğinde bulunduğu ve bunun reddedildiği yazıldı. Sonra Tunus Cumhurbaşkanlığı bu haberi yalanladı. Açıklamada Erdoğan’ın böyle bir isteği dile getirmediği yazıyordu. Lakin AKP medyası yalanlamayı “Türkiye’nin hiçbir biçimde talepte bulunmadığı” yolunda genişleterek vermeyi tercih etti.
Yüzüncü yıla giriş anını 10 Eylül’den de başlatabilirdik tabii. Türkiye Komünist Fırkası’nın kuruluşunun ilan edildiği günden yani. Ama 2020 yılının ilk gününe işaret koymak da mümkün pekâlâ.
1920, yüz daha…
Mademki Türkiye Komünist Partisi 2020’nin bütününü yüzüncü yıl olarak kutlayacak, ikinciyi tercih edebiliriz. Hepimiz yüz yaşındayız!
* * *
Bakanın Doğa koleji kriziyle ilk açıklamasında bir şey dikkatinizi çekti mi? Veliler ve öğrenciler mağdurdu; elbette sorunun çözümü için ellerinden geleni… Bakanın dünyasında eğitim emekçisi yok!
Oysa 80 bine yakın öğrencisi olan okul zinciri 13 binin üzerinde emekçi tarafından çevriliyor... Bir de okul sahibi var.
“21. yüzyıl sosyalizmi” terimi bir süre öncesine kadar bayağı yaygınken, sanırım birkaç yıldır ağır ve telafisi mümkün olmayan bir erozyon geçiriyor.
Ne demektir bu? Türkiye’de “işçinin gözünden bakmak” denince, sıklıkla buruk bir tat kalabiliyor. Çünkü olmadık anlamlar bindirildi bu söze. Bu olmadık anlamlar solun ayaklarını da aklını da emek dünyasına yerleştirmesini kökten değiştirmek isteyen, solu bir o yana bir bu yana çekiştiren akımlara arayıp da bulamayacakları fırsatlar hediye etmiştir. O akımları biliyoruz…
Hep krizi anlamaya çalışır, analiz ederiz. Kriz denen olgu büyük altüst oluşların habercisi, söz gelimi devrimlerin üstünde boy attığı berekettir. Tabii ki anlamamız, analiz etmemiz gerekir. Krize müdahale edeceğiz çünkü…
Bugün bundan fazlası lazım. Krizin kendisi bütünü anlamakta anahtar bir role sahip hale geldi.
1973’te Şili’de Pinochet darbesi neoliberalizmin ilk hamlesi sayıldı. “Bizim çocuklar yapmıştı” ve Friedman’ın öğrencileri kamunun elinde ne var ne yok satmaya, emekçilerin haklarının da, bedenlerinin de üstünde tepinmeye koyuldular.
AKP “terör koridoru” diyor ya; altında bu kadar para yatan yerden bu düzende barış ve kardeşlik çıkmıyor zaten… Ama Erdoğan koridorun altındaki paradan söz etmiyor. Ne de olsa emperyalist Trump kadar açık sözlü olunamıyor Türkiye’de. Öteki bildiğin emperyalist, beriki sadece heveslisi.
Bir işadamı olarak Trump’ın aklından hiç çıkmayan diline de vurmuş; petrolü çok severmiş…
Cumhuriyet ve kurucusu Atatürk’e yapılmış en ağır saldırı, anlayabildiğim kadarıyla Diyanet’in Cuma hutbesinde anılmaması! Ha, bir de, Erdoğan mesajına Türkiye Cumhurbaşkanı imzası atmış, ve bu yolla resmen ve alenen, bayramını kutladığımız Cumhuriyet sözcüğünü kullanmaktan geri durmuş…
Ateşkes dediğin barış değil, savaşın ne zaman devam edeceğini söyler. Trump’ın temsilcileri saati kurmuşlardı. Putin yeniden kurmakla yetinmemiş görünüyor. Suriye’de Anayasa komitesinin çalışmaya bombalar havada uçuşurken başlaması saçma olurdu. Erdoğan işin bu kısmına gölge etmemeyi kabul etmiş oldu.
Geriye doğru bakarsak önce uluslararası politik koşulların Türkiye’nin savaşa kalkışmasına uygun hale getirildiği bir hazırlık evresinden geçildiğini ayırt edebiliyoruz. İçerideki koşulların gayet uygun olduğu ise tezkere ve harekât boyunca düzen içi muhalefetin performansına bakarak anlaşılabilir!
Bir özel fabrikada yangın çıkıyor ve devlet olası tehlikeler hakkında halkı bilgilendirip önlem almak yerine olup bitenin üstünü örtüyor. Depremin orta şiddetlisi bir okul veya hastane binasını içine girilmez hale getiriyor ve devlet “kapı açılıyorsa girin” diye karikatürize etmeye uygun bir politika uygulamaya çabalıyor.
Başlık, ödüllü bir filmin adı. Pollack’ın yönettiği filmde iki eski sevgiliden Robert Redford’un oynadığı karakterin karşısında rol alan Barbara Streisand ilerleyen yıllarda sokakta bildiri dağıtmaya devam etmektedir. Filmdeki adıyla Katie, son sahnede yolunu değiştirmez...
Üç gün önce bir patlama oldu, hatırlıyor musunuz?
Hatta Cumhurbaşkanının ilgili yardımcısı olay üstüne twit bile atmış ve “Terörün milleti yoktur, hedefi tüm insanlıktır” demişti. Tabii ki terörle mücadelemiz devam edecekti…
İçinde bulunduğumuz çağda hatırlamak değil unutmak kural. Ya ölen 12 kişinin yakınları, ya yaralananlar?
soL portalın dokuz yıl önceki bir haberine erişim yasağı getirilmiş. Mahkeme, kararını başvuru sahibinin “unutulma hakkına” da dayandırmış. O zamanlar Dış Ticaret Müsteşarlığına eleman almak için açılan sınavda müsteşar yardımcısının kızı yeterli puanı alamadı diye, herkese on puan ekleyivermişler. Böyle olunca sözlü sınava girmesi mümkün olmuş hanım kızımızın. Sonucu tahmin edersiniz.
Geçtiğimiz hafta Türkiye sınırına doğru hareketlenmeyle ortaya çıkan son tablo çok sadedir. Şeriatçı çeteler AKP’yi ve TSK’yı protesto ettiler. AKP medyasının protestoyu göstermeme çabası boşuna; ve sayısız konuda defalarca tekrarlandığı gibi, bunun yalnızca aynada kendi suretini görmek isteyen, kendini Tayyip’in “… kılı” olarak tanımlayabilen bir topluluk için anlamı var.
Çok berbat bir çağdan geçtiğimiz doğrudur. Siyaset kurumu da bir acayip oldu…
Aydınlık gazetesinde Hüseyin Karanlık’ın “solda elli yılın iki çizgi mücadeleleri” ile ne vesileyle ilgilenmeye başladığını merak ettim doğrusu.
Suriye-Türkiye sınır boyunda adına güvenli bölge denen şerit için çalışmalar başladı. Türk ve Amerikan askeri bu işi birlikte yapıyorlar. Yani Türkiye’ye, ABD ile yapılmış olması gereken ve içeriğini bilmediğimiz bir protokol kapsamında yabancı asker geldi. Sayıları artacakmış…
Ben Cüneyt Cebenoyan’ın sinema yazarlığından fazla söz edemem. İlle bana sorarsanız, benzersizdi derim. Ama “bana sorulmamalıdır”.
Türkiye toplumunun göç ile ilişkisi genelde mazlumluk üstüne kuruluydu: “Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın” sonraların “Almanya acı vatan” duygusunu da içerebilmiştir.
Tabii 20. Yüzyıla yayılan Anadolu Hıristiyanları göçünün üstünü örtmek gerekiyordu. Kürt iç göçünü ise “hepimiz kardeşiz”e bağlamak denendi…
Ormanlar yanıyor. Yaz sıcağında onca kuru yaprak ve kuru odunun tutuşma olasılığının yüksek olduğu varsayılır. Hatta bir su damlacığının bile mercek görevi görüp kundakçılığa soyunabileceği bilinir.
Yanlış değil, bu geleneksel bilgiler. Su damlacığının yanına daha az masum bir kırık cam parçasını, basbayağı suç sayılması gereken sönmemiş izmaritleri de siz ekleyin.
Şimdilik bizim haklılığımızdır.
Güzel ama yetmez…
Haklılık iyidir de; farklı alanlarda farklı işlev ve anlamlara sahip olur. Kişisel yaşantı, bilimsel bilgi veya siyasal mücadelede “haklılıklar” birbirine benzemez ve aynı sonuçları vermez. Haklı çıkmak her zaman bir meziyete kanıt oluşturur ve farklı alanların ortak paydası olsa olsa budur.
Dün 2 Temmuz’du.
Yıllarca “şu İslamcılar acayip kitle çalışması yapıyorlar, kapı kapı örgütleniyorlar” dendiğini hatırlıyor musunuz? Bunu demekle kalınmaz ve solun eskiden çok daha iyi bildiği bu çalışkanlığı, militanlığı, halkçı tarzı ihmal etmesine fatura çıkarılırdı. Özetle sol İslamcılardan öğrenmeliydi!
Bir kere kazanılmış bir hak değildir. Nasılsa solcu sayıldım, kabul gördüm; bundan sonra bütün yapacaklarımı da solculuk diye yuttururum… Bu olmaz. Ne iyi tiyatrocu olmayı böyle bir onay belgesi haline getirebilirsiniz, ne kaç yıldır mücadele ettiğinizi.
Sağcılığın mantıksal sonucudur AKP. Ama Türkiye AKP’nin sağdan kopartılacak parçalar ve oylar sayesinde yenilgiye uğratılabileceğine inandırıldı. “Kızlı erkekli” bir Erdoğan fantezisiydi. Meğer CHP bunu benimsemiş. Kızlı erkekli havuza girilmesi bir iftira konusu. Milli içkimiz ayran mıydı? Alkolü ayıp günah saymak ülkenin “normali” oldu.
31 Mart’ın ardından TKP tarafından yapılan açıklama “İki partili sisteme izin vermeyeceğiz” başlığını taşıyordu. Bir tarafta AKP’nin, karşısında CHP’nin merkezinde durduğu iki ittifak arasındaki ilişki karşıtlık değil benzerlikti. İki partili sistemler böyledir. Değneğin uçları birbirine yakınsar. AKP değil, CHP yaptı bunu!
Anketler doğruysa eğer, AKP İstanbul seçimini neden yeniletiyor olabilir? Belki, kaybedecekleri bir şey yok! Düşünsenize, 31 Mart sonucunu kabul etseler bayır aşağı gidecekler. Maçın tekrarında kaybederlerse değişen bir şey olmayacak ki.
Egemen fikirler vardır -isterseniz egemen ideoloji de diyebiliriz- ve onlar iktidardadır.
Bir de, muhalefete egemen olan fikirler vardır. Devrim bir süreçse eğer, önce muhalefette hegemonyasını kurmalıdır. Devrim kavramının hegemonya kurmadığı muhalefetin fikir dünyası egemen ideolojinin bir parçasıdır veya ondan kopamamış demektir.
Geçen hafta “Muhalif cephelerine bakarız” diye noktalamıştım köşe yazısını. Bakmak aniden son derece kolaylaştı!
19 Mayıs fotoğrafı çok toparlayıcıdır.
Bütün netliğiyle söyleyeceğim; Erdoğan’ın çevresinde oluşan “majestelerinin muhalefeti” halesinin fotoğrafına herkes iyi baksın. Sonra “gerisi palavradır!” dememe de kimse kızmasın…
Demek ki, 31 Mart gecesi İstanbul yenilgisini sineye çekme eğilimine giren Erdoğan’ı, bir süre ortadan kaybolup yeni projeler hazırlayan bir ekip ikna etti.
Etrafınıza baksanız, yaşananları, deneyimleri gözünüzün önünden şöyle bir geçirseniz, sayısız dönüm noktası saptayabilirsiniz. Genelde toplum monoton değildir. Ama hele Türkiye, hele şu içinden geçtiğimiz zaman dilimi olağanın ötesinde hareketli. Dönüm dönüm üstüne!
Tercih yapmadan da yaşanır tabii, ama başkan olunmaz!
Tayyip Bey, önüne gelen müdürlüğe bizzat kendisi atama yapmanın, icabında bin kişiyi işten atıp, sağa sola ulufe dağıtmanın keyfini tam almaya başlamışken, en büyük iki şehrin bir pazar gecesi elinden çıkmasıyla “zaten başkanlık da yalanmış” diyor mudur, bilemeyiz.
Başkanlığın yalan olduğu kesin de...
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu’nun AKP yöneticilerine yolladığı ironik “sizi anlıyorum ama yapmayın” mesajı gibi değil; ama ben de AKP’yi anlıyorum. Bunların nasıl böyle bir çıkarcılıkla, keyfilikle; kuraldı, yasaydı, hukuktu, normdu bilmezden gelerek iktidara tırnaklarını geçirebildiklerini hakikaten anlamamız gerekiyor.
Memleketin yarısının, kendisiyle Erdoğan’ın kişiliği arasında hissettiği karşıtlık bahar duygusuna dönüştü. Bu satırların yazarı yıllar önce karşıtlığı ilk ilan edenlerin arasındadır. Üstelik o zamanlar ortada henüz öyle bir “yarı” da yoktu. Tersine Erdoğan’ın alerji yaratan kişiliğini hoş gören bir umut sarmıştı ortalığı. Zannediliyordu ki, demokrasi safları genişliyor!
AKP’nin yobaz olduğunu biliyorduk zaten. Ama laik cumhuriyetin kurucusu sayılan, geniş bir kitleyi temsil eden ana muhalefetin de camiye girmesi yenidir.
Ne oldu?
AKP’ye “demokrasi getirecek” diye sarılanları bir kenara bırakıyorum. Daha doğrusu benim bırakmama gerek yok, kendi kendilerine yettiler…
Biz, AKP’nin dinci faşizme yöneldiğini ve bunun hem sermaye sınıfıyla, hem emperyalizmle uyumlu bir program olduğunu söyledik her zaman. “Her zaman” mı?
Zamanında Ergenekon soruşturması karıştırmıştı kafaları. “Dışarıdakiler” en büyük musibetten kurtulduklarına inanmak istiyorlardı. Tasfiye edilip içeri atılanların birçoğu pek kontrgerillacıya benzemiyordu gerçi. Ama sonunda, demokrasinin geleceğine, 12 Eylül’den hesap sorulacağına, Kürt savaşının biteceğine inanma isteği ağır bastı. “Kurunun yanında yaş da”, diye içlerini rahatlattı bazıları.
Türkiye solunda bölünmüşlükten şikâyet hiç bitmedi. Bazı arızi ayrılıkların giderilmesi gerekebilir elbette. Ama şikayetçiler çoğunlukla birbiriyle organik bir bütünlük kazanması mümkün olmayan dinamiklerin birleşmesini dilemektedirler.
Sosyal-demokrasinin ne olup ne olmadığını tartışmayacağım. Bizim açımızdan belli çünkü. İşçi sınıfı hareketinin devrimci Marksist kanadı 20.yüzyılın başlarında yeniden şekillendi ve Komünist Enternasyonal’le birlikte komünist partiler ailesi olarak siyasete doğdu.
Alt tarafı yerel seçim midir, yoksa 31 Mart bir beka meselesi midir?
Böyle gelmiş böyle gider, sözü bize özgü. Başka dillerde var mı, yok mu diye manasız bir konu açmıyorum. Türkiye tarihsel hayal kırıklıkları ülkesidir ve muhtemelen başka çok yer vardır bizim gibi.
“Erdoğan’ı ve AKP’yi nasıl bilirsiniz?” İlk soru bu. Sık sık bunun yerine “nasıl bilmek isterdiniz?” sorusu geçiriliyor.
Doksan sekiz yıl önce Trabzon açıklarında yoldaşlarıyla birlikte katledilmesinden dört buçuk ay önce Mustafa Suphi, Bakü’de Doğu Halkları Kurultayının Başkanlık Divanında oturuyordu. 1920 Eylül ayının ilk günleriydi. Kısa süre önce Moskova’da Komintern Kongresinde delegeydi. Moskova’dan Bakü’ye, Zinovyev, Radek, Bela Kun, John Reed ve daha birçokları birlikte yolculuk ettiler.
On yıldan fazla oldu herhalde. Bir Kürt ilinde parti toplantısındayım. Bir bina açılışı… Önce örgütten bir kadın konuşuyor. Sağlam örülmüş, bütünlüklü, etkili bir emekçi konuşması. Konuşmacının başında türban. Toplantıya katılan onlarca kadın arasında tek türbanlı.
Seçime doğru felaket senaryosu üretimi azalmayacak, tersine çeşitlenecek ve çoğalacak.
Trump’ın tehdidi bu tür bir senaryoydu örneğin. CHP’nin “bize sökmez” yanıtı yanlış; doğru yanıt Erdoğan tarafından Amerikan başkanıyla telefon görüşmesinde verildi. İkilinin “güvenli bölge” meselesini ele aldıkları açıklandı.
Beyaz Saray web sitesinde açılan kampanyada yüz bin imza hedefleniyormuş. Herhalde, zaten İngilizce bir metne imza atacakların Türkiyeli olması gerekmiyor. Ayrıca ABD askerini kurtarıcı olarak gören bir içeriğin sol olarak kabul edilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla olayı üstümüze alınmamamız için en az iki gerekçeyi yazdım bile.
Erdoğan’ın Fırat’ın Doğusu için yaptığı anonslar sıklaştı. AKP politikalarının bütünü düşünüldüğünde, hangi açıklamaya inanmak hangisi ciddiye almamak gerektiği hep tartışmalıdır. Savaş çığırtkanlığı seçime giderken bir blöf mü, gerçek bir uyarı mı?
2019, Türkiyeli “demokrat” için en yorgun düşeceği yıl olacağa benziyor…
Yok hayır; Ahmet Kaya’nın şarkısını hatırlatmak istemedim. Kaya, mücadele edip de eline pek bir şey geçmemiş, aldığı darbelerle, düzenin kuşatmasıyla sıkışmış, yalnızlaşmış solcuyu anlatıyor ve yüreğim diyordu, “anlıyor seni.”
Mart 2019 yerel seçimleri, AKP için 16 buçuk yıllık iktidarının en kolay seçimi olacağa benziyor. Seçim platformunda yani düzenin zemininde AKP’nin alternatifi var mı?
Tersine seçimi bir ölüm kalım meselesi haline getirmek üzere inisiyatif alan AKP!
Komşu ülke daha çok su kaldırmaya devam edecek. Geçen haftaki gezi izlenimleri yazısından sonra da dünyamızın bu yöresi durmaksızın fokurdamalara sahne oldu.
Ama ben yirmi gün önce Şam’dayken düşündüklerimle ve tartıştıklarımla sınırlayacağım kendimi…
Dünya Barış Konseyi ve Dünya Demokratik Gençlik Federasyonunun Şam dayanışma ziyareti daha önce soL portalda yazıldı:
Ölenin ardından konuşulmaz der halkımız. Yerindedir. Dünyanın en kötü insanının bile, hasbelkader seveni olabilir; ve o sevenler onun kadar da kötü olmak zorunda değiller. En azından bilemeyiz; ve ölünün değilse bile acının önünde saygılı olmak erdemli davranıştır.
24 Haziran seçimlerini izleyen günlerde peş peşe sağa yolculuğa çıkan solcuları veya kendine sağda yaşam kurup da bir kere sol kabul edildiğinden öyle geçinmeye ve sanılmaya devam edenleri çok yazdım. Sonra da bıraktım… Tabii bir süreliğine…
Hayır, bugün yine polemik yapmayacağım. Olan biteni göstermenin olsa olsa haber değeri olur. Zaten haber olduğuna göre oradan da gidemeyiz.
Marksizmin doğru çıkmakta gösterdiği ısrarı Fukuyama da teslim etti ya; sırtımız yere gelmez artık!
Geçtiğimiz Cumartesi TKP’nin Şişli’deki binasından bir fotoğraf yayınlandı. Kimileri ikinci sırada oturdukları için seçilmeyen on yedi kişi, yedisi kadın onu erkek. Hepsi işçi. Kamera açısının dışında kalan onlarca işçi daha var odada.
Baştan söyleyelim: Bu kriz Türkiye işçi sınıfının en örgütsüz karşıladığı krizdir!
Sol ise benzersiz çelişkilerle karşılıyor bu krizi. Bir kere, konuyla ilgili olarak solun muazzam bir avantajı var. Krizi analiz etmek açısından sol benzersiz bir yetkinliğe ve birikime sahip. Yetkinliğimizi en fazla, 200. yaşını kutladığımız Marx’a borçluyuz.
Sorun gericilik, cihatçılık, katliamlar falan değilmiş!
Kriz kendini belli edeli beri, parlaması kaçınılmaz olan emekçi hareketlenmesi artık geldi çattı. Parça parça direnişlerin bir dalga halini alması kaçınılmazdır.
AKP’nin liberal, sosyal demokrat, Kürt ulusal, başta Alevilik olmak üzere çeşitli “kimliksel” ve sol muhalefetlerin desteğini gördüğü yıllar boyunca, “Erdoğan karşıtlığı” komünist ve devrimci sola özgüydü. Yaptığım liste de gösteriyor ki, bayağı marjinalmişiz 2000’lerin ilk on yılında!
CHP İdlib’in bir ulusal güvenlik sorunu olduğunu düşündüğünü açıklamış ve hatta “terörist olmayan grupların güvenliğinin sağlanmasını” istemiş bulunuyor. Erdoğan’ın ateşkesi pek bir radikalize edilerek silah bırakmaya dönüştürülüyor. Artık yerin yedi kat dibinde kalan 1998 Adana Mutabakatının ruhunu çağırıyor CHP. Tabii ABD ile birlikte!
Sorun örneğin Derya Köroğlu’nun sözlerinin çarpıtılmış olması mıdır? Sabah mı çarpıttı, yoksa gerçekten öyle mi demiş? Bu sorunun yanıtı teknik olarak bulunabilir. Peki bulmak için uğraşmaya değer mi?
Sol elbette direniştir. Ancak sol sadece direnmek değildir.
Solun başka şeylerin yanı sıra, bir de direniş anlamına geldiği de doğru tanımlama olmaz.
Direnmek sol siyasetin bir unsuru olacaksa, sol siyasetin temel doğrultusunun belirleyiciliği altında olmalıdır.
Ahmet ağabeyi görmeyeli çok uzun zaman geçti. Son yüz yüze ve uzun uzun konuşmamızın tarihi 1993 bile olabilir. Ama öncesinde yaklaşık yedi yıl boyunca o kadar sık görüşürdük ki, ölümünden sonra hakkında yazmayı kendime görev bilebiliyorum.
Bir şeyler değişti tabii. Artık Harp Okulunda Cuma namazını hangi tarikatın imamı kıldıracak kavgası çıkıyor. Camiler rant kavgalarına sahne oluyor.
17 Ağustos akşamı bu yazı yazılırken, memlekette önceki haftanın kaosu dinmiş görünüyor. O birkaç günlük köpürmenin sürüp gitmesine tahammül edilemezdi tabii ki. Ama bugün iktidarın tutup tırmanmayı umduğu veya umar gibi göründüğü iplerin sağlam sayılamayacağı da bir o kadar açık. Küçük mevduat sahiplerinin, tepine tepine dolardan TL’ye dönmesi boş bir şovdur.
Şu orta sınıf lafını, başka sınıflar için kullandığımız türden bir analiz kavramı olarak kullanamayız. Ama işe de yarıyor. Analiz için değilse de, betimleme için yarıyor. Hatta daha fazlasına…
Adını 24 Haziran’ın kurtarıcı şahsiyeti koydu. Memleketi kurtaracaktı, şimdi partisinin geleneklerine uyum sağladı; kongre arıyor. Gerçi CHP’nin kurulmasına giden sürecin de Kurtuluş Savaşının birinci evresi sayabileceğimiz bölgesel kongrelere dayandığı söylenebilir; ama konumuzla ilgisi yok. CHP’nin kongre partisi olarak anılmaya başladığı süreç Cumhuriyet kuruculuğundan kurtulma macerasıdır.
Artık zam değil düzenleme veya güncelleme yapılıyor. Böyle dendiğinde gelirinizin azaldığını çaktırmamış oluyorlar. Öyle mi olunuyor?
O kadar ki, kamuda maaşlara enflasyon farkı eklendiğinden hareketle, medya haberi enflasyon değil de maaşlardaki artış üzerinden verebiliyor. Böyle olunca çakılmıyormuş…
Adnan Hoca operasyonundan hareketle “al birini vur ötekine” denebilir. Doğrudur. Bunların televizyon şovları alt tarafı nevi şahsına münhasır bir zikir ayini. Abuk sabuk danslarla kendinden geçerek değil de, belli ki fuhuş ve tecavüz ile tapınıyorlar.
Milletçe, yani iktidarca ve muhalefetçe, 15 Temmuz’u kutlamış olduk. Hatta anlı şanlı Fethullahçılar bile taziye mesajı yayınladılar. Aralarında Hakan Şükür de vardı; hani şu dünya kupası sırasında TRT spikerlerinin adını telaffuz etmemek için büyük uğraşlar verdiği Hakan…
Başkanlık sistemini kanıksamayalım. Ama sistemin somutlandığı karar ve uygulamaların bugün şaşkınlık yaratmasını da kanıksamayalım. Ortada bir sürpriz mi var?
Bakın, Orhan Aydın “yaşasın tiyatro” dediği için kapısına polis dayanmasına şaşırmadı. Asıl bunlar sanattan korkmazlarsa şaşarız!
24 Haziran’ın özü sermaye sınıfının zaferidir. Bütün partilerin seçimi kazandığını ilan etmesinden geçenlerde söz etmiştim. Ben bu ilanları, düzen partilerinin sermayenin zaferine tutunma çabaları olarak görüyorum. Ama bugün polemik yapmayacağım. Sosyal medya kahramanlarımız biraz beklesinler. Biz de bu arada kafamızı toplayalım, önümüzdeki yola ışık tutmayı deneyelim…
Resmi sonuçlar YSK tarafından açıklanınca, Muharrem İnce “hayırlı olsun” dedi ya. Seçim geçmiş, önümüzde yeni seçim varmış, ona bakacakmışız, hazırlanacakmışız… ve dahi “demokrasi zaten böyle bir şey” imiş!
Sağcı olduğu bilinen Muharrem İnce, yine de Erdoğan gibi bir sağcı karşısında kaybettiği için, kendimi tutmuştum. Ama bu açıklamadan sonra bırakıyorum.
Memlekete AKP kasveti ne denli basarsa bassın, sol yorumculuk gereksinimi bitmez.
Bu boşluğu doldurmaya soyunan sol medya seçimden önce TKP’ye ayar verdi, not verdi, bir de sansür uyguladı.
Bugün de seçimden devam edecektim; yazmıştım hatta. Ama bir skandal yaşandı ve seçim bağlantılı yazıyı öteledim...
24 Haziran’dan bu yana muhalif gazeteciler, muhalif gözlemciler, muhalif sosyal medyacılar, muhalif sokaktaki insanlar… hep birlikte ve ayrı ayrı yolsuzluğu keşfediyorlar.
Ben de hep aynı saptamayı tekrarlıyorum: Türkiye’de toplumun sorunu “bilmemek” değildir. AKP yandaşları ve AKP karşıtları “biliyorlar.”
… Artık seçim de kazanamıyor!
Durumun özeti budur.
24 Haziran 2018’in toplumsal dersi, bir daha düzen içi çıkışlara umut beslememek olmalıdır. Yoksa, son zamanların, düzen içi bir çareye en fazla umut bağlanan bu seçiminden şeriatçı-faşist ittifakının zaferiyle çıkılmasının bedeli ağır olur.
Nefes almak istiyoruz… Bu bir slogan olsa herhalde en popüleri, en yaygını olurdu. AKP iktidarı koşullarında en insani duygulanımın bu olduğunu, biri çıkıp iddia etse, belki haklı da olurdu…
Bizim işimiz öncelikle saha temizliği olmak zorunda.
saha temizlenmelidir.
Emekçilerin çıkarı işsizliğin azaltılmasındadır elbette. Ama işsizliğin ortadan kaldırılmasını tercih etmeyecek emekçi var mıdır? Azaltma ile tatmin olacak, “bu kadarı bana yeter”, diyecek olan emekçi, kapının önüne konulma sırasının kendisine gelmemesine sevinebilir elbette.
Örgütsüz politizasyon “düzen” standardıdır. Kitlelerden söz ediyorum. Yoksa siyaset hep “kurumlar”a ihtiyaç duyar. Kurum kimisi için devlettir, kimisi için parti, başkasına göre sivil toplum kuruluşları… Düzen yanlıları, politizasyon olsa bile, kitlelerin örgütlü hareketinden haz etmezler. O harekette potansiyel tehlike hissederler. Haklıdırlar…
Popülizm “halk” demagojisidir. İnsanların hoşuna gidecek mesajları, önüne arkasına bakmadan sıralamak, boş vaatlerde bulunmak, herkese çiçek dağıtmak, siyasal içerikten yoksun reklam kokan işler üstünden sempati toplamak… Popülist davranış kabaca ve kısaca budur.
TKP geçmişte parti olarak oy istedi, 24 Haziran milletvekili seçimine de bağımsız adaylarla katılıyor.
TKP sosyalizm istiyor. Bağımsız adaylar bu düzen değişmeden halkın yaşamında herhangi bir ilerleme sağlanamayacağını anlatıyorlar…
Diyelim ki, bir fabrikada işçisiniz. Hakkınızı aramak ihtiyacı duyuyorsunuz ve zaten örgütlenmenin hakkınız olduğu da açık. Sendika üyesi olmaya yeltendiniz. Örgütlenme yetki aşaması ha geldi ha gelecekti ki, patron işin başını çekenlere sudan bahanelerle çıkışlarını vermeye başladı. İçeriden duyum geldi, yarın öbür gün sıra sizde…
Yalnızca en doğrusu, en tutarlısı olduğu için lazım değil. Geçenlerde bir dostum iddiayla anlatıyordu; diğerleri çoktan denendi ve olmadı... Başka yol kalmadığı için de sosyalizm lazım.
Yoksa başka birtakım yollar her zaman icat edilebilir.
Hep can yakıcı sorunları sosyalizme havale etmekle eleştiriliriz. Kadın sorununun çözümü sosyalizmde, Kürt sorununun çözümü sosyalizmde; insanlar işsizlikten kırılıyor, çözümü sosyalizmde…
Bunların ve başka bir dizi sorunun, örneğin kentleri boğan trafik sorununun bile çözümünün sosyalizmde olması ile “erteleme” suçlaması arasında herhangi bir alaka yoktur.
Bu Düzen Değişmeli Platformunun bir dizi adayının ilk toplantıları sadece anneler gününe değil, bir de Soma katliamının yıldönümüne denk geldi. Aynı gün bir de tekmecinin özrü gündeme düştü. Bir gün öncesi ise Yoğurtçu parkının Kurbağalıdere kıyısında bir genç kadının ödürülmesinin yıldönümüydü.