Mademki tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir, emperyalizmi kovmak da emperyalist olma meraklılarını alaşağı etmek de bizim işimizdir, emekçi halkımızın işidir.

Yurtta sulh cihanda sulh

Geçen hafta bu köşede söz Yurtta Sulh Cihanda Sulh’tan geçmişti… Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihsel derinliği olan, bazen afaki zannedilen ama sağlam temelleri ve düşünsel bütünlüğü olan bir sloganıdır bu. Burada yalnızca bir bölümüne değineceğimiz bir tarih tezi vardır arkasında. 

Tarih tezi demek, yalnızca geçmişe değil yaşanan ana ve geleceğe dair de sözü olmak demektir. Bu da öyle… Ancak aynı tarihsel bakış bütünlüğünden türemiş olsa da geçmişe ve geleceğe ilişkin sözler arasında hep bir gerilim kendini hissettirir. Tarih tekerrürden ibaret falan değildir; tersine sanki yaşanan an geçmişten farklılaşmak için kan ter içinde çabalar durur. Bu uğraş illa ki sonuç verir. Dünün gerçekliği bugün aşınmıştır ve muhtemelen yarın daha da aşınacaktır. Peki, ya tarihin sürekliliği? Süreklilik olmasa “tarih tezi” geçmişe, en fazla güncelliğe hapsedilmek, geleceğe yönelik iddiaları ise bir kenara bırakılmak durumunda olurdu. Sorunun aşılması pek zor değil. Tarihin sürekliliği değişmezlik değil, değişimin doğrultusundaki tutarlılık olarak anlaşılsın yeter. 

Ne kuruluş günlerinin Türkiye’si Osmanlı’ydı, ne şu anki Cumhuriyet enkazı Kurtuluş Mücadelesi zamanlarına benziyor, ne de geleceğimiz bu cenderenin içinde yaşanacak. Mesele bu farklı zaman dilimleri arasında bir ortak payda, hepsinin biçimlenişinde rol oynayan, bu anlamda tarihselliğini kanıtlamış bir dinamiğin olup olmadığında. Bizim coğrafyamız gibi bir ölçek ve derinliğine sahipseniz, böyle bir ortak paydaya, tarihsel dinamiğe de, kural olarak sahipsinizdir. 

Ülkesi için barışı vazgeçilmez gören yaklaşım işte böyle bir dinamiği ifade ediyor. Diğer Avrupa güçleriyle rekabette geriye düşen Osmanlı’nın önünde onlara yetişmekten başka seçenek yoktu; ille kapitalist olunacaktı. Lakin emperyalist karakteri giderek güçlenen kapitalist sistem de dünya pazarlarını yeniden paylaşmak zorundaydı ve bu işlemin odak bölgelerinden biri de bizim buralardı. Bu hesaplaşmanın adı Doğu Sorunudur. Emperyalizmin Doğu perspektifi bölgemizde ayaklarını sağlam basan, kararlarında bağımsız, bu niteliğiyle de kendi yararını gözeten bir özne bırakmamaktı. Osmanlı’nın kapitalist modernleşme yolu borç batağına gömülecek, borcun sonu iflas olacaktı. Savaş, işgal, böl(ün)me kaçınılmaz sonuçtur. 

Yurtta Sulh Cihanda Sulh bu tarihsel gidişatın gözlemlenmesinden türetildi. Emperyalist dünya, üstüne çizik atmaya istekli olduğundandır ki, Türkiye barış için direnmelidir. Ancak bu direniş güçlüyse Türkiye var olabilir. Atatürk’ün sloganı bu anlamda geleceğe dair de bir söz içerir. 

Parantez; konu ülke içinden ziyade dışarısıydı. Bir sınıflı toplumda içerideki çatışma dinamiklerini sönümlendirmek mümkün değil. Sömürü varsa sınıflar olacak. Bunlar mücadele edecekler. Sömürünün varlığı başka bir dizi kültürel, etnik katmanda çatışmaları körükleyecek. Yani sloganımız, nasıl formüle edilirse edilsin, daha çok ulusal sınırların ötesiyle ilgili…

Kaldığımız yerden devam edersek; Cumhuriyetin bugünkü yıkılışını bu pencereden düşünmek pekâlâ mümkündür. Cihan terazisinin barış kefesindeki sosyalist ülkeler çözülünce bizim Cumhuriyet de ayakta duramadı. Yeri gelmişken laikliğin tasfiyesinin ülkeyi bir arada tutan çimentonun sıvılaştırılması anlamını da içerdiğini ve emperyalist yıkıcılığın bir unsuru olduğunu görebiliyoruz. Laiklik yalnızca bir yaşam biçimi değildir. Ortadoğu’da bir ülkenin bütünlüğü buradan geçiyor.

Peki, aradan geçen on yıllar boyunca yaşanan ulusal kapitalist gelişme Türkiye’nin barış statükosuna ve barışçılığın ağırlığına duyduğu gereksinimi hafifletmiş olamaz mı? Türkiye varlığını korumak için kavga çıkmamasına değil de, tersine kavga çıkartıp başkalarını baskılamaya ihtiyaç duyar hale gelmiş olabilir mi? 

Bu Türkiye sağının tezidir. Sağ kölelik ettiği emperyalistlerin sıkletine çıkmak ister. Emperyalist, bir anlamda, kendini korumayı değil karşısındakini bastırmayı, yağmalamayı amaçlayandır. 

Elbette kapitalist Türkiye’nin de boyunun oralara yükselmesini mutlak olarak engelleyen bir yasak bulunmuyor. AKP iktidarının ve sermayenin iddiası ve hevesi tam da bu. Zor iş. Hem de acayip; Türkiye kapitalizmi gelişmesini dün dünyanın diğer kapitalistlerine borçluydu, bugün dünden çok daha borçludur. Bizimkiler sınıf atlamayı delicesine arzuluyor ve yol da alıyor olabilirler, ama emperyalistlerin buralara bakışının değiştiğine dair en ufak bir emare görülmüyor. 

Türkiye kapitalizminin olanak ve kısıtlarını uzun uzadıya tartışabiliriz, tartışmalıyız da. Ancak o tartışmaya girmeden bu yazıyı bitirmek gerekirse, bu noktada iki yönteme işaret edebilirim. Birinci yönteme uyanlar, eh, diyeceklerdir, zaman içinde görürüz bakalım… İkinci bir yöntem daha vardır. Biz, niye bekleyecekmişiz deriz, neden işçi sınıfı, emekçiler beklesin? Tarihin akışına sermaye sınıfının, onun siyasetçilerinin, sermayenin uluslararası düzeye yayılan rekabetinin karar vereceğini kim uydurmuş! Kaderimizi beklemek yerine onu yeniden kurmak daha büyük bir olasılık bile olabilir. Mademki tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir, emperyalizmi kovmak da emperyalist olma meraklılarını alaşağı etmek de bizim işimizdir, emekçi halkımızın işidir.

Bu olasılığı gerçek kıldığımız an, sosyalist Türkiye’nin meydanlarına başka ülkelere hükmetmeyi öngören düşmanlık sloganları değil, Yurtta ve Dünyada Barış’ı yazacağız. Üstelik geçmişte bir kenarda öksüz kalan iç barışın önündeki engeli, mülk sahiplerini de ortadan kaldırarak…