Türkiye’de cumhuriyet yıkıldı. Laiklik diye bir şey yok. Devlet-yurttaş ilişkisi yerini, bir farz olarak zekâta ve onun zorunlu parçası biata bıraktı.

Yolun neresindeyiz?

TKP 2008’de Felaketin Eşiğinde başlıklı bir broşür yayınlamıştı. “AKP’yi istemiyoruz” diyen ses o zaman da, şimdikine benzer bir oranda, ciddi ciddi çınlıyordu memlekette. Henüz karşıdevrimci parti devlete egemen hale gelmemişti, ama artık en ağırlıklı güç odağıydı. Yargıda, akademide, orduda 1923 referansına arkasını dönmemiş birtakım direnç noktaları yaşıyordu. Cumhurbaşkanlığı daha yeni düşmüştü sayılır. Bugün unutulmaya yüz tutan Cumhuriyet Mitingleri 2007’de bayağı sarsmıştı ortalığı. AKP anayasayı değiştirme meşruiyetini eline geçirmemişti daha; o 2010’un işiydi.

2008 itibariyle bir uçurumun önüne gelip dayanmış olduğumuz, izleyen birkaç yıl içinde haber değerini bile kaybetti. Felaketin Eşiğindeyiz sayısız politik yayınlardan bir tanesi değildir. Büyük bir habercidir. Ne yazık ki haklı çıktığımız tarihsel bir uyarı yapmıştık. 

Başlıktaki soru artık “uçurumun neresindeyiz” diye düzeltilmek durumunda. O güçlü uyarımızın üstünden on beş yıl geçmiş. Hâlâ bir uçurumun başında durduğumuzu olsa olsa CHP yöneticileri iddia edecektir. Böyle bir tez, yani felaketin yakın ama henüz gerçekleşmemiş olduğu, ancak ülkenin politik konumunun koordinatlarını kendi küçük iktidarına bağlamış olanlarca savunulabilir. 

Ne demek mi istiyorum? Uzun tahlilin yeri değil, gereği de yok; AKP’nin, Arap Baharında duvara çarpıp Kürt açılımı yalanı ayaklarına dolandıktan, pandemide kontak kapatıp ardından görülmemiş bir yoksullaştırma operasyonu yaptıktan, depremde on binleri katletmekle kalmayıp ülkeyi birkaç küme birden düşürdükten sonra iktidarda kalması “normal” değil, diyorum hep. “AKP kazandı”dan ziyade “muhalefet kazandırttı” demeliyiz belki de. 

Aynı şekilde CHP’nin bu kadar çok seçim kaybetmesi ve ana muhalefet partisi olarak varlığını sürdürmesi de normal değildir. Bu kadar kaybeden çoktan tarihe gömülmüş olmalıydı. Lakin CHP, AKP’li yıllarda düzenin belirli bir alanını kendi kaydına geçirerek iktidarla simbiyotik bir ilişki kurmuş, bir ortak ve bağımlı yaşam inşa etmiştir. 

Yerel yönetimler bu ortak ve bağımlı yaşam alanının en gözle görünür unsuru. 2019’dan önce de CHP İzmir’in yanı sıra İstanbul ve Ankara’nın merkezlerini elinde tutuyordu. Bu merkezlerde hayat büyük ölçüde “al gülüm-ver gülüm” deyimine uygun akmıştır. Daha genel olarak ifade edersek, sağcılık AKP’de toplulaşınca onun simetriğine kendiliğinden solculuk atfedilmiştir. Tarihine bakarak konuşursak 40’lı yıllara taş çıkartacak kadar sağa yatmış bir CHP’nin hem kendini sol olarak yutturması, hem de güçlü olduğu coğrafyaların durduk yerde solcu kabul edilmesi, karşıdevrim çarklarının dönmesinde son derece işlevsel olmuştur. Elbette damarlarında totaliterlik akan AKP muhalefetin alanına bakıp dişlerini gıcırdatmış olabilir. Ama ne gam! Dostlar mücadelede görsün, alışveriş sürüp gitmiştir ve sürmektedir!

Böyle bir yaşam süren düzen içi muhalefet sonsuz biçimde “uçurumun eşiği” tasviri yapabilir. Kılıçdaroğlu, ünlü “laiklik tehlikede değil” sözünü 2010 Anayasa referandumunu kaybettikten sonra sarf etmişti. Bütün oylamaların arifesinde “son çıkış” anonsu yapan muhalefet, yenilgiden sonra simbiyoza geri döner. Halkımız aptal değildir ve bu aynılaşma tablosunu sezmekte, bu muhalefeti görünce heyecan duymamaktadır; veya en fazla geçtiğimiz ay duyduğu kadar… Karşıdevrimin merkezi iktidarından geçip muhalefetin “demokratik” bahçesini sulayan musluklar akmaya hep devam etmiştir.

Bu laubalilikle tüm köprüleri atacaksak soru “uçurumun neresindeyiz” olmalıdır. Türkiye’de cumhuriyet yıkıldı. Laiklik diye bir şey yok. Devlet-yurttaş ilişkisi yerini, bir farz olarak zekâta ve onun zorunlu parçası biata bıraktı. Bağımsızlık konsepti tamamen değişti, Türkiye emperyalisti oynar oldu…

Bulunduğumuz noktanın koordinatlarını bunlara bakarak bulmak ise imkânsız. Laiklikten, bağımsızlıktan, kamuculuktan, yurttaş tanımından, emekçi hakkı kavrayışından elde ne kaldığını tartarak konumumuzu tayin edemeyiz. 1923 Cumhuriyetinden kalan, korunması gereken ve korudukça bizim için güç alacağımız somut dayanaklara, enerji kaynaklarına dönüşecek değerlerden söz etmek, uçurumdan önce mümkün olabilirdi. Şimdi bunların yok edildiğini varsaymak durumundayız. Bunları yeniden kurmak için yıkıldıklarını saptamak zorunludur. 

Peki, nasıl yeniden kuracağız? Türkiye’de işçiler var. Her yerde emeğiyle geçinen ve hak mücadelesini yeniden kurmakta olan on milyonlarca insan... Türkiye’nin yarısı ilkesel olarak laikse, büyük bir bölümü de laikliğe mahkûm olduğumuzun farkında. Laiklik yoksa toplumun bir başka yarısı olarak kadınların evlerine kadar püskürtülmesi beklenir. Türkiye’de tüm geçmiş değerlerin inkârıyla eğitilen yani bir cahilleştirme operasyonuna tabi tutulan gençlikse, ısrarla AKP çukuruna uyumsuzluk üretiyor... 

Felaket eşiğinin geçilmiş olması Cumhuriyet’in yıkılması demekti. Bu tamamlandı. Daha yeni onuncu yılını kutladığımız Gezi/Haziran Direnişimiz bu yıkıma karşı bir enerji patlamasıydı. Bina yıkıldığı yerde kalmıyor. Yıkıcılar 2011’den bu yana yıktıklarının yerine yenisini, deyim uygunsa, İkinci Cumhuriyeti veya Yeni Osmanlı’yı kuramıyorlar. Karşıdevrim yaşıyoruz, ama karşıdevrim bir statüko halini alamıyor. Özetle yıkılanın yerinde yenisi yükselmiyor; buna yetenekleri de, güçleri de, niyetleri de yok. Ama kabul edilmelidir ki, yıkıntı bir yaşam alanı olarak benimsenebiliyor, kanıksanabiliyor. Enkazda yaşamayı normal saymak ağır bir çürümüşlüktür. 

Uçuruma doğru giden yola barikat kurulamadı. Zaman varken başka bir yol da açılamadı. Düzen muhalefeti kurmadı, kurmak istemedi. Tersine, biraz önce söylemeye çalıştığım gibi, parçası olmayı seçti. 

Şimdi bu ağır çürümüşlükten çıkmanın, yeni bir yol açmanın sorumluluğu var üstümüzde. Konuşmamız, yapmamız gereken budur.