'AKP ekonomi yönetimi, Tayyip Erdoğan’a görünürde geri adım attırmamak, onun geriye kalan itibar kırıntılarını kurtarmak adına örtülü faiz uygulamasını devreye sokmakta...'

Vasat-altı siyasetin iktidarı ve açmazları

Siyasal İslamcılar hiçbir zaman parlak kadrolara sahip olmadılar. Başlangıçta bu açığı daha iyi yetişmiş ve bürokraside deneyim kazanmış gizli Fethullahçı simalarla kapadılar. Hatta yer yer dizginleri elden kaçırdılar. 2013 sonrasında “cemaat” tarikatı iktidar paylaşımını zor yoluyla lehine çevirmek üzere harekete geçince Nakşi ağırlıklı iktidar saflarında yeniden kadro sıkıntıları baş gösterdi. Gerçi bu arada kendi kadroları da az-çok yetişmişti; 2016’da zirveye çıkan sert iktidar kavgası sonrasında iktidardakiler zorunlu saf değiştirmelerle de beslenecekti. Ancak Nakşi-Nurcu kadroların toplamı bile, Türkiye gelişkinliğinde bir kapitalist ülkeyi/ ekonomiyi yönetebilecek kapasitede değildi.

Ali Babacan ve Mehmet Şimşek gibi mali emperyalizmin mutemet simaları da elenince geriye daha da vasat-altı bir tortu kalacaktı. Özellikle de bu seviyenin dip noktasını temsil eden figürün 2018 sonrasında tek adamlığa soyunup sistemin kendi rasyoneliyle uyumsuz adımlar atmaya başladığı dönemde… O kadar ki, Naci Ağbal ve Lütfü Elvan gibi sistemin aklını temsil etmeye çabalayan vasat figürlere bile tahammül kalmayacaktı.

Aslında siyasal İslamcı hareketin 2002’de geldiği dönemde ve sonrasındaki uzunca bir dönem boyunca sermayenin genel desteğini güçlü bir biçimde almasının arkasında üç neden vardı: Bir, 1990’ların sonlarında sermaye birikim rejimi önemli bir iktisadi/siyasi tıkanmayla karşı karşıya kalmış, sistem açısından bir meşruiyet krizi baş göstermişti. Sert IMF programının ilk tahribat yılları (2000-2002) da bunu pekiştirmişti. Bunun aşılması ancak yenilenen bir ideolojik/siyasal devam senaryosuyla mümkündü. İslamcı ideoloji tam da buraya oturuyordu. Geleneksel “merkez sağ” ve “merkez sol” siyasetlerin aşınmışlığı, sistemi sürdürebilmeyi riske sokuyordu.

İkincisi, devam senaryosunun, 1997’nin “Adil Düzen” programını reddeden ve IMF programını meşrulaştıran bir çizgide olması gerekiyordu. AKP, dış desteği de arkasına alarak, tam da bunun için kurulmuş ve iktidara böyle hazırlanmıştı; iktidar olmak ve devleti ele geçirmek için yapmayacağı şey, girmeyeceği kılık yoktu. Gereğini de fazlasıyla yapacaktı. Sermaye için biçilmiş kaftandı. IMF güdümündeki programa tam sadakatle yola devam etmesine rağmen, kendini “yoksul halk kesimlerinin temsilcisi” gibi yutturma becerisine de sahipti. Sermaye, kendi düzeninin sürdürmek adına daha ne istesindi?

Üçüncüsü, sermaye istediğinden fazlasını bulacaktı. İslamcı iktidarın kapsamlı bir özelleştirme programını çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde tam bir yağma mantığıyla yürürlüğe sokabilme ve her türlü ihale-imar rantlarını pervasızca uygulayabilme kapasitesi, sermayenin sınırsız sömürü pervasızlığıyla yarışabilecek düzeydeydi.

Ancak zamanla kaynak tahsislerinde sermaye kesimleri arasında fazlaca ayırımcı bir yol benimsemeleri nedeniyle huzursuzluklar baş gösterecekti. Buradan tekrar bu yazının girişindeki ilk iki paragrafa göndermekle yetinelim.

ALTÜST OLAN GERÇEKLİK: MEVDUATA ÖRTÜK FAİZ KAZANCI

Bu yazımı özellikle geç yazdım; RTE’nin 20 Aralık Pazartesi akşamı konuşmasını da görmek istedim. Çok isabetli olmuş. RTE’nin vaatlerinden sonra her şeyin tepetaklak olduğu bir sürece girildi yeniden.

Ama önce geçen haftadan alalım. Geçen hafta üç “kara gün” yaşanarak AKP çapında bir rekor kırılmıştı: Pazartesi, Perşembe ve Cuma. İlk ikisinde rekor seviyede günlük kur artışları; üçüncüsünde hem rekor kur artışları hem de rekor borsa çöküşünün birlikte yaşanması. Bu “kara günlere” dördüncüsü dünkü Pazartesi günü eklenmişti; günlük kur artışı (veya TL çöküşü), tarihi rekorlardan biri olarak yüzde 10’u aşmıştı.

Fakat ne olduysa Erdoğan’ın konuşmasından sonra oldu. Erdoğan bir dizi vaatte bulundu: -İhracatçıya TCMB aracılığıyla ileri vadeli kur seviyesi garanti edilmesi; -sermaye şirketlerinde dağıtılan karlarda (temettülerde) Gelir Vergisi stopajının (zaten çok düşük olan) yüzde 15 düzeyinden yüzde 10’a düşürülmesi (büyük hissedarlar bayram yapmışlardır); -Kurumlar Vergisi oranının bir puan indirilmesi; -Bireysel Emeklilik Sigortası primlerine devlet katkısının yüzde 25’ten yüzde 30’a çıkarılması; -Mevduatların getirisi (faiz geliri) kur artışı altında kalırsa, kur farkı ödemesi yapılması.

Şimdi bunların mevcut istikrarsızlık ortamına müdahale bakımından en önemlilerinin birinci ve sonuncu sırada sayılanlar olduğu kuşkusuz açıktır. İhracatçının fiyat oluşturmakta güçlük çektiği bir ortamda ona bir kur seviyesini garanti etmek, aslında dalgalı kur rejiminin kısmen askıya alınmasıyla eşdeğerdir. Tüm yükü kamuya kalacak bir güvence verilmesidir.

Mevduat faizlerinin kur artışlarına endekslenmesi ise, kamu maliyesine verilebilecek en büyük zararlardan biridir. Mevduat faiz gelirleri eğer döviz mevduatlarının kur artışının getirebileceği kazancın gerisinde getiri sağlarsa, ona kur farkı kadar ilave getiri garanti edilecektir! Gerçi Ocak ayından itibaren geçilmesi planlanan bu uygulamada sadece 6 ay ve bir yıl vadeli TL mevduatı hesaplarına sırasıyla yüzde 50 ve yüzde 100 kur farkı verilmesinin düşünülebileceğine, dolayısıyla bazı sınırlamalar getirileceğine dair ön bilgiler alınmaktadır. Bu, Türkiye’de 1 ay-3 ay bandında yoğunlaşan TL mevduatların vade yapısıyla çok uyumlu gözükmemektedir. Ama döviz tevdiat hesaplarından TL mevduata geçişlere bel bağlandığı anlaşılmaktadır.

Her durumda bu uygulama, iç borçlanmada dövize endeksli tahvil çıkarmaktan daha ağır sonuçlara yol açabilecek, milli paranın iyice itibarsızlaşmasına götürecek bir çaresizlik çözümü olacaktır. Faizleri arttırmama inadının yol açtığı yeni bir büyük tahribata yol açacaktır. Bilindiği gibi ilk tahribat, faizleri artırmak yerine döviz rezervlerinin eritilmesiydi. Döviz rezervleri negatife düştükten sonra hala faizleri düşürme inadını sürdürmek ise, milli parayı pul değerine düşürerek inanılmaz ölçülerde itibarsızlaştırmıştı. Şimdi ise, gene faizleri arttırmamak için TL mevduatların kur artışlarına endekslenmesi gibi çok daha vahim bir yönteme tevessül edilmektedir.

BAZI SONUÇLAR

Önce bazı anlık sonuçlar: Erdoğan’ın konuşmasından sonra önce hafif bir gevşeme oldu; sonra çok kuvvetli bir sarsıntıyla döviz kurları TL karşısında yüzde 22 civarında değer yitirdi. Gece 23:00 gibi ise bu değer kaybı azalmış, yüzde 17’ler düzeyine gelmişti. Başka deyişle, dolar 12 TL platosuna kadar inip sonra 13 platosuna çıkmıştı; peki bu gelgitlerden kimler vurgun vurmuştu? Bundan sonra tırmanışını sürdürebilecek olan döviz kurlarının vurguncuları kimler olacaktı? Peki günlerdir kur yükselirken can havliyle döviz almayı sürdürenlerin zararları ne olacaktı?

Bu arada, şunu da hatırlatalım: TCMB faizlerinin sözde yüzde 14 seviyesine geriletildiği bir ortamda, piyasa faizleri yüzde 22’nin altına gerilememişti; dün akşam ise yüzde 23,87 düzeyindeydi!

Günün sonuna gelindiğinde, kurumların/şirketlerin dövize endeksli tahvile, bireylerin ise dövize endeksli mevduata yönlendirildiği görülmektedir. Peki geriye milli paradan ne kalmaktadır? İktidar, çaresizliğini iyice açığa vurduğu bu uygulamaları sonrasında, politikalarına karşı oluşan güvensizliği aşmayı nasıl düşünebilmektedir?

Soruları sürdürelim: Önce bankalar sonrasında da Hazine bu yükün altından nasıl kalkabilecektir? (1970’lerdeki “Dövize Çevrilebilir Mevduat” uygulamasının yarattığı çöküntüyü hatırlayalım). Bütçe dengeleri şimdiden altüst olmuştur; ama nerede istikrar kazanacağı da tamamen belirsizdir. Kesin olan bir şey vardır: Halka yüklenecek bedeller gelir dağılımında yeni bir olağanüstü bozulmanın habercisi olacaktır.

20 Aralık 2021 tarihi Türkiye mali tarihinde yerini şimdiden almıştır. Gün içinde kurların yüzde 10 yukarı zıplayıp sonra yüzde 22 aşağıya düştüğü sonra gece yarısına doğru bu düşüşün yüzde 17’de karar kıldığı bir örneğe muhtemelen dünya pratiğinde de rastlanmamıştır. Erdoğan yönetiminin iktisat-dışı kararlarının nelere kadir olduğunu gördük. Ama galiba filmin devamı daha heyecanlı olacak.

AKP iktidarı, ekonomiyi yönetemediğinin ve yönetemeyeceğinin adeta uygulamalı dersini vermektedir. AKP ekonomi yönetimi, Tayyip Erdoğan’a görünürde geri adım attırmamak, onun geriye kalan itibar kırıntılarını kurtarmak adına örtülü faiz uygulamasını devreye sokmakta, TL’nin ve ülke ekonomisinin itibarını iki paralık etmektedir. Çok yazık.