Aslında uzun süredir çok alametler belirmişti. 2015 Haziran seçimleri AKP/RTE döneminin bitişini muştulamaktaydı. En azından bu iktidarın tökezlemesinin en somut siyasi başlangıcıydı.
"Emek Platformu" 1999 yılında kuruldu ve 2008'de kendiliğinden sönümleninceye kadar Türkiye'de iktidar ile emek örgütleri ilişkilerini bir biçimde etkiledi. Kurucu sendikal konfederasyonların ve demokratik kitle örgütlerinin sayı ve niteliğine bakıldığında eşsiz temsil gücüne sahip bir emek cephesi oluşmuş gibiydi.
Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD) 1967 yılında kuruldu. Yarım yüzyılı geride bıraktı. Türkiye'de bu kadar uzun ömürlü dernek azdır. Özellikle de, bilimsel etkinliklerin özgürce gerçekleştirilmesini, eleştirel konumu elden bırakmaksızın destekleme ve geliştirme hedefini adeta adanmış bir özveriyle ve ödünsüz bir kararlılıkla benimseyeni ve sürdürebileni pek azdır.
Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi (KİGEM) Vakıf Senedi 1996'da şu sunuşla başlar:
"KİGEM, 1994 Ocağında, Mümtaz Soysal ve Korkut Boratav'ın fikri önderliğinde, Türk Harb-İş ve Petrol-İş sendikalarının desteğinde yola çıktı.
ABD emperyalizmi son yıllarda "arka bahçesini" yeniden düzenlemek için artan bir yoğunlukla müdahalelerde bulunuyor. "Arka bahçesi" olarak gördüğü Latin Amerika'nın en büyük ülkesi Brezilya başta olmak üzere birçok ülkede muradına ermişti zaten. Ancak son zamanlarda iki kötü haber almıştı; Bolivya'da Evo Morales yeniden kazanmış, Arjantin'de de sol Peronist siyaset yeniden iktidara gelmişti.
Siyasal İslamcı hareket 2002'de iktidara geldiğinde kucağında büyük bir hediye paketi bulmuştu. Bu paket, özelleştirme kapsamına alınmış ama çeşitli nedenlerle özelleştirmesi başlatılamamış veya tamamlanamamış çok sayıda kamu kuruluşundan oluşmaktaydı.
Cumhuriyet’in ilan edilişinin 96. yıldönümünde, Cumhuriyetin baştan beri en şiddetli karşıtları olan İslamcı/gerici siyasi hareketin amacının yıkıcılık kısmını büyük ölçüde yerine getirdiği saptaması yapılabilir. Yıkım müteahhitliğinin gereklerini büyük ölçüde yerine getirilirken, yerine kurulacak yapı konusunda istediği kadar yol kat edilememiştir.
İktidar partisinin son Kızılcahamam kampında yeni bir vergi taslağı üzerine bir sunuş yapıldı. Aslında henüz bir taslak olgunluğuna dahi erişememiş bir “fikirler demeti”nin ne ölçüde bir yasa teklifine dönüşebileceği tartışmalı. Basitlik için kısaca “taslak” diyeceğimiz metnin bu biçimiyle yasamaya yansıtılması da hayli düşük bir olasılık. Nedenlerine değineceğiz.
Cumartesi sabahı çok erkenden yazımın başına oturdum ve bitirdim. İlk defa yazımı son dakikaya bırakmamış olmanın keyfini yaşayacaktım. (Genellikle Pazartesi akşamları yazıyorum). Ama bunun çok uzun sürmeyeceğini öngörmeliydim: Konu Suriye olunca, erken yazmak büyük riskler içerir!
Gerçekleri kabullenmemeyi, gerçeklere direnmeyi ne gibi sonuçlar bekler? Alanımız tıp bilimi ve psikoloji disiplini, konumuz da şizofreni değil. Dolayısıyla “sonuçlar” yalnızca bireysel düzlemde kalamaz veya bireyin aile bağlantıları ve toplumsal ilişki çevresiyle sınırlı olarak ele alınamaz.
Üç yıllık Orta Vadeli Program (OVP), nam-ı diğer Yeni Ekonomi Programı (YEP) geçen yıldan daha da gecikmeli olarak açıklandı. Her yılın Eylül ayının ilk haftasında açıklanması gereken bu belgenin, en geç 17 Ekim’de TBMM’ye sunulacak Bütçe Kanunu teklifinin makro hedeflerine son şekillerinin verilmesi bakımından bir önemi var ve tarihlere uymak bu açıdan da önemli.
“Ortanın solu” çizgisinin 1965’te benimsenmesiyle birlikte CHP’nin “sosyal demokrat” bir kimlik kazandığını ileri sürenler olduğu gibi, yeterince “emekten yana” olamayışını bugün bile yeterince “sosyal demokrat” olamayışına bağlayanlar da bulunmaktadır.
Türkiye’de 1920’ler ve 1930’lardaki köklü siyasal dönüşüm ve ekonomik atılımın arkasında Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini yaptığı CHP vardır. Türkiye iki on yılda tüm dünyanın dikkatini çeken ve izleyen tüm bağımsızlık mücadelelerine örnek olan bir başarının mimarı olduysa, bunda kararlı ve sürekli bir inkılapçı (devrimci) anlayışın, bağımsızlıkçı tavrın payı ön plandadır.
CHP tarihini 9 Eylül 1923’ten mi yoksa 4-12 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nden itibaren mi başlatmak gerektiği üzerinde uzun tartışmalara gerek olmadığını düşünüyoruz.
Bugünlerde elimdeki kitap Tahsin Yücel’in Gökdelen romanı (Can Yayınları). Roman 2073 yılında geçiyor ve yozlaşmış egemen sistemin emrine girmiş iflah olmaz bir yargı sisteminin özelleştirilmesinin daha iyi olup olmayacağı etrafında dönüyor.
23 Ağustos Cuma günü Habertürk TV’de gündüz yayınlanan bir canlı tartışma programı sunucu Didem Arslan Yılmaz’ın gözyaşlarıyla açılıyordu. Emine Bulut cinayetinin toplumda yarattığı haklı isyan, sunucu Yılmaz’ın “Lütfen yeter artık” tepkisiyle ifade edilmiş oluyordu.
Bu haftaya üç belediye başkanının görevden uzaklaştırılıp yerlerine valilerin kayyım olarak atanmasıyla başladık. İkisi büyükşehir belediyesi olan bu belediyelerin tümünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olması ve tümünün de HDP’li başkanların yönetiminde olması rastlantı değil. Ama bunun sadece bir başlangıç olduğuna dair kaygılar da yersiz olmaz.
Başlık iki anlamda: Birincisi, sermaye, sistemin sınıf olarak kayırılan kesimidir. Kapitalist sistem altında bunda bir tuhaflık yoktur; ancak Türkiye gibi yeterince gelişmemiş bir kapitalist toplum yapısında bir de totaliter bir yönetim tarzına teslim olmuşsanız, her türlü ifrata (aşırılığa) kapılar sonuna kadar açıktır.
Bugünlerde basında tarımı ilgilendiren iki haber öne çıktı: Tarımsal üreticilerin kullandığı banka kredilerinin hacmi büyümeye devam ediyor; ama aynı zamanda bunların geri ödenemeyen bölümleri daha hızlı artmaya başlıyor.
Türkiye’de planlamanın tarihi birçok gelişmiş kapitalist ülkeden eskiye uzanır. Sanayileşme devrimine adım atmanın gecikmiş hamleleri 1930’larda Cumhuriyetin ulusalcı kadroları eliyle ve dönemi için öncü sayılabilecek bir planlama anlayışıyla başlatılır.
İki gün önce Cumhuriyet Gazetesi (21 Temmuz 2019), muhabir Ozan Cepni’nin haberini manşetten girmişti. Diyanet şemsiyesi altında ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) göz yummasıyla “medrese” adı verilen eğitim “kurumları” serbestçe faaliyetteydi.
Bu yılki 15 Temmuz anmaları geçen yıldakinin çok üzerinde bir seferberlikle yürütüldü. Bunun yakın nedeni, 2019’un yerel seçimlerindeki hezimetlerdi.
Şimdi adamı (TCMB başkanını) defalarca uyarmışlar. Reis ki ağzından çıkan kanundur, buna rağmen yıllarca sabretmiş. Büyüklük göstermiş yalnızca uyarmakla yetinmiş veya en fazla Damad-ı Hazreti Şehriyarî üzerinden “sabrının taştığı” mesajlarını iletmiş.
İslamcı iktidarın İstanbul’u yitirmemek için umutsuzca çırpınması boşuna değildi. Her şeyini ortaya koyması, üç ay içinde olmadık ittifaklara/dışlamalara yönelmesi, hata üstüne hata yapmayı göze alması, son bir simgesel zafere şiddetle ihtiyaç duymasındandı. Çünkü yönetememe sorunları giderek büyümekteydi. AKP siyaseti okuma becerilerini tüketmişti; iddiası/ufku kalmamıştı ve yönetemiyordu.
23 Haziran 2019’da yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (BBB) seçimleri, iktidar bloğunun adayının bu defa ezici bir farkla yenilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu farkın üç aydan kısa bir zaman aralığında nasıl oluşabildiğini yorumlamadan önce, böyle bir sonucun ortaya çıkmasının önemine vurgu yapmak gerekir.
Mart ayı işgücü verileri açıklandı. Ekonomik krizin dolaysız bir göstergesi olarak resmi işsizlik oranı geçen yılın aynı dönemine göre 4 puan arttı. Daha vahim bir gelişme, genç nüfus işsizliğindeki 7,5 puanlık artış.
İstanbul için adaylar arasında bir “münazara” yapılmasına karar verilmiş. Nihai kararı veya onayı veren makam, AKP Genel Başkanı sıfatını da taşıyan Cumhurbaşkanı.
Bayram haftasındayız. Gezi Direnişi’nin de altıncı yıldönümü. Ekonomik kriz derinleşiyor. Bu arada herkesin gözü kulağı 23 Haziran seçimlerinde. Seçim, İstanbulluların tatil planlarını derinden etkilemiş.
Bazen geçmiş peşinizi bırakmaz; bazen de siz onun peşini bırakmazsınız. Geçen hafta geçmiş bir hesabı kapatmak için yurtdışındaydım; bu yüzden ilk kez bu köşeyi boş bıraktım.
Seçimlerin bitişini izleyen ikinci haftada AKP üst zevatı soluğu ABD'de almış, Cumhurbaşkanının muhtemelen "en kalbî" selamlarıyla ilettiği mesajlarını ABD yetkilileriyle paylaşmıştı.
AKP yanıltmadı: Doğası gereği, 31 Mart gecesi yapamadığı aldı-kaçtı senaryosunu tekrar denemesi gerekiyordu. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) da yanıltmadı. İstanbul seçimlerinin iptaline karşı oy kullananları tenzih ederek söyleyelim, kendine yakışanı yaptı. Türkiye'de sandık demokrasisinin bile iflas ettiğini Nisan 2017'den beri göstere göstere kanıtlamıştı zaten.
Yarın 1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI. Emekçilerin meydanları doldurması, taleplerini yüksek sesle dile getirmeleri bekleniyor. Hangi talepler? İşin başında, krizin yükünün kendi sırtlarına bindirilmesini şiddetle reddetmek yer alıyor. Ama bu kadarı eksik kalır; çünkü bu krizin mevcut sömürü ilişkileri üzerine eklenecek ilave yükleri olacak.
"Yeni Türkiye"nin manzaralarına 21 Nisan Pazar günü Türkiye'nin iki farklı yöresindeki olaylarla tanıklık ettik. Birincisi Ankara'nın Çubuk ilçesinin bir köyündeki şehit cenazesinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na yönelik faşist saldırı ve linç girişimi. İkincisi, İstanbul BB mazbatasını geçen hafta almış olan Ekrem İmamoğlu'nun İstanbul Maltepe'deki büyük mitingi.
Her türlü ölçünün aşıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun olabilmesi, çok sayıda kırılmanın peşpeşe gündeme gelmesiyle ilgili. Bir kısmı yıllanmış sorunların açığa çıkmasıyla oluşurken bir kısmı son zamanların ürünü. Hepsi birden bir projenin (Sünni İslamcı rejim kurma ve bunu sınır ötesine genişletme/ihraç etme projesinin) çöküş sancılarıyla ilişkili.
Önce bir vur-kaç yapılmak istendi. AA'nın veri akışını ikinci kez ve daha uzun süre gölgelediği bir zaman diliminde sahneye ittirilen B. Yıldırım'a Başkanlığı ilan ettirildi. Bunun nedeni tahmin ediliyordu, bir-iki saat içinde de tahminlerin doğruluğu ortaya çıktı: E. İmamoğlu öne geçmişti ve bunun duyulmasından önce bir vur-kaç operasyonuna girişilmişti.
Geçen hafta 1989 ve 2009 yerel seçim sonuçlarıyla olası 2019 sonuçlarını karşılaştırırken, anamuhalefet açısından 2019'un 1989 ile 2009 sonuçları arasında bir yerde duracağını yazmıştık. Bu öngörümüz esas olarak gerçekleşti ama şimdi daha yakından bakma zamanı.
Yerel seçimlere beş gün kala bazı karşılaştırma ve saptamalar yapmanın zamanı olabilir. 2019 yerel seçimlerini şimdiden 1989 ve/veya 2009 yerel seçim sonuçlarıyla karşılaştıran ve bunu CHP ekseninden bakarak yapan birçok yorumla karşılaşıyoruz. Peki, bu tür karşılaştırmalar ne ölçüde anlamlı?
Daha önce defalarca yazıp çizdiğimiz bir konuya yeniden dönme ihtiyacının nereden çıktığı sorusu herhalde en az Sol Haber Portalı okuyucularınca sorulur. Sistemin ürettiği bilinçli/bilinçsiz kafa karışıklıkları o denli kesintisiz bir biçimde piyasaya sürülmektedir ki, bunlara karşı aydınlatma mücadelesinin de aynı kararlılıkla sürdürülmesi gerekir.
Türkiye tarımı 21. yüzyılda daha önce görülmemiş ölçeklerde dış saldırılara konu oldu. Üretim ve istihdam yapıları, girdi tedarik düzenekleri, örgütlenme biçimleri altüst edildi. Saldırı planlıydı ve temel aşamaları önceden açıkça ilan edilmişti. Bu kadar aleni bir saldırının gerçekleşebilmesi ancak içerde uygun ideolojik zeminin hazırlanmasıyla mümkün olabilirdi.
İktidarın bu çifte korkusu birbirine bağlı. Krizin yalnızca seçimleri değil seçimler sonrasında da ekonomiyi uzunca bir süre etkileyebilecek potansiyele sahip olması, korkulu bir rüyaya dönüşüyor.
Önce bir "beka sorunu" tartışması başlatıldı. Beka veya kalıcılık veya "hayat memat" sorunu acaba kim için vardı? Devlet için mi? Devlet Bahçeli için mi? RTE için mi? İktidar bloğu (Cumhur İttifakı) için mi? "Siyasi İslam rejimini" pekiştirmek için yerleştirilen "ikinci cumhuriyet rejimi" için mi? Hepsi için mi?
Türkiye'nin AB üyeliğinin olmayacak bir mesele olduğuna dair sesler AB içinden yükselmeye devam ediyor. Türkiye'de ise ne iktidar çevresinden, ne TBMM partilerinden, ne sermaye örgütlerinden, ne de hatta kimi sol kitle örgütlerinden/partilerinden "bu iş olmayacak, yeni bir ilişki tanımlayalım" diyen tek bir resmi/kurumsal çıkış işitilmiş değil.
Başlıktaki soru Özal dönemi ve sonrası özelleştirmeci sağ iktidarların klişilerinden biriydi. Sadece manavlık değil, sütçülük, kasaplık, marketçilik yapar mı diye uzatılıyordu. Bu bir klişeden fazlasıydı; özelleştirmenin gerekçelerinden biriydi.
Yasamanın iki işlevi vardır: Yasa yapmak ve yürütmenin icraatını denetlemek. Yürütmeyi denetlemenin temel aracı bütçe üzerinden yapılanıdır. Ama artık bütçe yasalarının oluşum ve uygulama süreci olsun, gerçekleşmiş bütçelerin (kesin hesapların) denetimi olsun, parlamentonun işlevi hem biçim hem öz itibariyle etkisizleştirilmiştir.
Bugünlerde günlük siyasetin malzemesi gene anamuhalefet partisi oldu.
Önümüz yerel seçimler. İktidarın bütün dikkati orada. Bunun, seçim ekonomisi bağlamında hangi boyutlara ulaştığına 13 Ocak'ta BirgünPazar'da değinmiştik. Ama iktidarın yerel yönetimlere ilgisi yalnızca bir seçim ekonomisi uygulamak ve seçimleri kazanma baskısı kurmakla sınırlı değil, seçimler sonrasını da kapsıyor.
Geçen yılın sonunda, 19 Aralık'ta, Trump'ın Suriye'den çekilme kararını Erdoğan'a telefonda açıklayıp IŞİD ile mücadeleyi de Türkiye üzerine yıktığında, iktidarın sözcüleri ve medyası büyük coşkuya kapılmıştı "Güçlü" lider Erdoğan pompalaması üzerinden bunun AKP iktidarının büyük bir zaferi olduğu, Türkiye'nin büyük güçler arasındaki kıvrak dansının sonuç verdiği, bölgede Türkiye olmadan adım a
Yılın ilk haftasının öne çıkan iki konusu var: ABD’nin Suriye’den çekilmek için yeni şartlar dayatmasıyla birlikte iktidardaki yeni hayal kırıklığı ile Süper Ligin aşırı borçlu kulüplerinin TC Ziraat Bankası (ZB) kredileriyle kurtarılması/rahatlatılması operasyonu. Bugün bunlardan ikincisine odaklanalım.
Bu yazı 2018'in son günü yazılıyor, ama 2019'un ilk günü yayımlanacak. Bu geçiş anı, önemli siyasal, toplumsal ve ekonomik olaylara toplu bir bakış zamanı olabilir. 2018’i belirleyen ve 2019'a yansıması beklenen olaylar bizce şöyle sıralanabilir.
Aslında Haziran Direnişi'ni kriminalize ederek gündemde tutmak, bu direnişi bahane ederek ve onu FETÖ ile ilişkilendirerek yeni tutuklama dalgaları yaratmak işlerine geliyordu (bkz: Sol Portal, "İktidarın Gezi Takıntısı", 20 Kasım 2018). Ama Fransa'daki "Sarı Yelekliler" direnişi işleri biraz bozdu.
Fransa’da “Sarı Yelekliler” bir aya yakın zamandır sokaklarda, alanlarda. Gezi Direnişi kadar direngen bir kitlesel harekete dönüşme yolunda. Katılım dinamiklerinde, katılımcıların yaş piramidinde farklılıklar olması doğal. Esasen iki toplum farklı özgüllüklere sahip, nüfus yapıları da farklı.
16 Nisan 2017'de halkoylamasına sunulan yeni rejimin anayasası üç aşamada yürürlüğe girdi.
Bir ay öncesinde yoğun olarak tartışılan toplumsal konuların başında "emeklilikte yaşa takılanlar" (EYT) gelmekteydi. Muhalefetin Meclis'te bu konuda bir Araştırma Komisyonu kurulması önerisi, iktidar bloğunun geçit vermemesi üzerine işleme alınamıyordu. Şimdi bu konu ile karşılaştırılabilecek bir çifte standart örneğine değinmek istiyorum.
Nedir 5,5 yıl sonra yeniden alevlenen bu Gezi takıntısı? Bizce iki temel nedeni var. Birincisi, 15 Temmuz 2016 ile "hesaplaşma" eskidi; toplumun ilgisini çekmek bakımından fazla uzadı. Ama daha önemlisi, bu "hesaplaşmanın" anadamara, kendilerine kadar uzanan siyasi damara, hiçbir zaman ulaşamayacak bir sığlıkta ve samimiyetsizlikte götürülmekte oluşu.
Dün açıklanan enflasyon verilerinin neler ifade ettiği konusunda ayrıntılı bir tahlil yapmak ufuk açıcı olabilir. Madde madde ilerleyelim.
Cumhuriyet, Türkiye'de siyasal anlamda eski rejimle devrimci bir kopuş sürecinin doruk noktasıydı. İzleyen 15 yıllık dönemde de bu kopuşun farklı veçheleri gündeme getirildi. Adeta inanılmaz olan başarıldı ve hızlandırılmış bir tarihsel süreçte Ortaçağ kalıntılarını taşıyan bir devletten modern kapitalist çağa geçişin devleti yaratıldı.
Bazı olaylar katalizör rolünü oynar. Kaşıkçı cinayetinin tam da buna örnek olduğu, başlattığı tepkimeyle maskelerin düşmesini sağladığı söylenebilir. Maskesi düşenler ABD yönetimi olduğu kadar Suudi rejimi ve onun "güçlü" adamı Muhammed bin Selman (MbS)'dır.
Aslında kapitalizmin çevre ülkelerine özgü vahşi ve hukuksuz liberalizm biçimi 21. yüzyılda Türkiye'de hep sahnedeydi; AKP döneminde giderek daha fütursuz uygulama biçimleriyle tanıştık.
Meclis'in dünkü açılışında RTE'yi izleyenler çeşitli yorumlar yaptılar. Bize göre konuşmanın içeriğinde yeni bir şey yoktu; ekonominin ve dış siyasetin hiç olmadığı kadar ön plana çıkarılması, sancıların hangi noktalarda oluştuğunu gösteriyordu sadece.
Olaylar hızlı gelişiyor. Olayların gelişiminin ana ekseni ise daha yavaş değişiyor. Öyle ki bir yıl önce yazdığınız bazı yazıları bugün okuduğunuzda güncelliğini yitirmediğini görebiliyorsunuz. Bununla birlikte dış ve iç politikadaki kaygan zeminler, bazen geçen haftaki yorumunuzu bugün eskitebiliyor.
Cumhuriyet rejimi, siyasi, kurumsal, ideolojik yapısıyla ağır saldırılara maruz kaldıktan, uzun dönemli bir kriz yaşadıktan sonra ruhunu teslim etti. Yıkıcıları henüz yıktıklarının yerine arzuladıkları “İslamcı cumhuriyeti” tam kurabilmiş değiller; bu konuda çok gayretliler ama iç ve dış ahval (vaziyetler) biraz namüsait.
Başlığı, Cumhuriyet’in değerli yazarı Güray Öz’ün son yazısının başlığından ilham alarak oluşturdum. (Bkz. “Dişleri Sökülmüş Eleştiri”, 2 Eylül 2018 tarihli Cumhuriyet Gazetesi). Öz ne diyor? “Bize sunulan ‘dar alanda politika yapmakla yetinme konforu’ ile ‘alanı biraz daha genişletme ricası’ kol kola mı girdi? (…) Şimdilik görünen, ‘ricanın’ AB üzerinden denendiğidir.
Hem Trump hem de Erdoğan için zor günler… Birincisi soruşturma/azil ve ara seçimler kıskacında; ikincisi ekonomik kriz, ekonomik/askeri yaptırımlar ve İdlib kıskacında. Üstelik ikincisinin baş ağrılarının bir bölümü birincisinin salvolarından kaynaklanıyor.
12 Ağustos 2018’de yitirdiğimiz Mısır/Fransız kökenli Samir Amin yaşadığı çağa damgasını vurmuş önemli marksist sosyal bilimcilerdendi. Yazarlığı, teorisyenliği yanında militan sosyalist kimliğiyle de tanınan bir simaydı. 87 yaşına kadar dolu dolu yaşadı, aktif ve gezgin yaşamında durmak bilmedi.
Tıkanmalar hem siyasette hem ekonomide yaşanıyor. Siyasette hem iktidar hem muhalefet partilerini kapsıyor. Ekonomide hem kısa hem uzun dönemi ilgilendiriyor. “Sürdürülebilir kalkınma” türünden Dünya Bankası patentli terimlere hiç yatkın değiliz, ama mevcut durumu çok yönlü bir “sürdürülemezlikler” toplamı olarak tanımlamaktan daha iyi bir ifade bulmak zor.
Temmuz ayında Türkiye’de ve Yunanistan’da büyük facialara tanık olundu. 8 Temmuz’da Çorlu’da meydana gelen tren kazasında 24 kişi yaşamını yitirirken, Temmuz’un son haftasında Atina yakınlarında çıkan orman yangınında şimdiden 91 kişinin yaşamını yitirdiği ve 25 kaybın da bunlara eklenmesiyle ölü sayısının 110’u aşacağı tahmin edilmekte.
Kısa bir süre önce iktidarın yerel seçimleri öne çekmek için önemli nedenleri/çıkarları olduğunu tartışıyorduk. Zira ekonominin bu yılın sonundan itibaren küçülme eğilimine girmesi ve bunun 2019’un ilk çeyreğinde sürmesi olasılığı giderek yükseliyordu. Küçülen bir ekonomide seçime gitmek, 2009 sendromunun tekrarlanmasına yol açabilirdi gerçekten.
Önceleri “ülkeyi pazarlamak” sözünü pek sevmişlerdi. Turizmcilerin ağzında çok yadırganmayacak olan bu mecaz, rejimin tepesinden sıklıkla dillendirilince başka anlamlar çağrıştırmaktaydı.
Yeni rejimin karakterini az-çok biliyoruz. Örgütlenme yapısında ise yeni bir dönem başlıyor. Yeni örgüt şeması yavaş yavaş biçimleniyor. Aceleleri hem var hem yok; telaşsız olmalarının nedeni, karşı koyacak güç olmadığını düşünmeleri.
24 Haziran Seçimleri ikinci tura kalmadan sonuçlandı. Şimdi sonuçlar çıkarma zamanı. Saptama ve yorumlarımızı birarada yapmaya çalışalım.
Başlığın ilk çağrışımı bugünkü "siyasi iktidarın hesabı kesilecek mi?" şeklinde olmuştur mutlaka. Ben de olsam öyle düşünürdüm çünkü. Ama herkesin kendi hesabı var.
Siyasi iktidara çöreklenenler seçimleri kapıp kaçma hesabı yaparken kitlelerin bu kadar kısa zamanda karşılarında toparlanabileceğini beklemiyorlardı. Muhalefet dağınık ve hedefsizdi. İYİ Parti'nin seçimlere katılması da engellenirse (ki bu çantada keklik görülüyordu) seçim sonuçları baştan belirlenmiş olacaktı.
Mayıs sonunda bir haftalık arayla AKP'den Londra'ya iki ayrı sefer yapıldı. Birincisi, Erdoğan'ın son bir umut seferiydi. Bir Ortadoğu monarkı gibi yüklü siparişlerle finans merkezinin yolunu tutarken hem siyasi imgesini biraz düzeltmek hem de "faizleri yükselt" basınçlarına karşı son bir hamle yapmak derdindeydi. Bu hamlesi bir son çırpınıştan ibaret kaldı.
Soru, iktidarını sürdürme veya iktidara gelme olasılığı olan siyasi hareketlere yönelik.
Ekonomik kriz eşiği aşılıp kriz yönünde "kararlılıkla" ilerlerken, TL'nin değer kaybında her gün yeni rekorlar kırılırken, faizler yeni tavanları denerken havadan sudan bahsedilir mi? Siyasette her yer toz dumanken, aday listeleri tartışmaları gündemin ilk sırasına oturmuşken güncel siyaset dışına çıkılır mı?
Türkiye tarımı için 21. Yüzyıl tam da 1 Ocak 2000 yılında yürürlüğe sokulan IMF Programı ile başlamaktadır. Başlayan yalnızca bir istikrar programı değildi. Program, kapsamlı bir yeniden yapılandırmayı da içermekteydi. Bunun, finansal sistem, KİT sistemi ve tarımsal yapı olmak üzere üç önemli ayağı bulunmaktaydı.
Bugünlerde gündem seçimler. Doğaldır, geniş kitleler bunu bir kader seçimi olarak değerlendiriyorlar ve sadece bu gündeme kilitlenmiş durumdalar. “AKP ve RTE sultasına tamam mı devam mı?” sorusunun basit bir iktidar değişimi sorununa ilişkin olmadığının, buna verilecek yanıtın ülkenin geleceğini ilgilendirdiğinin farkındalar.
Haftalar yoğun geçiyor. Geçen hafta da seçim siyasetinden, seçim paketlerine ve futbola kadar her uğrakta yozlaşmış ve kapkaçcı siyasetin bütün görüntüleri bolca vardı.
Geçen haftadan bu yana gündem defalarca değişti. Başdöndürücü bu gelişmelerin başlatıcısı Bahçeli-Erdoğan ikilisinin erken seçim tiyatrosu oldu. Bahçeli Salı günü konuştu, Erdoğan "vallahi önceden haberim yoktu" deyip Çarşamba günü erken seçimlerin tarihini 66'ya (66 gün sonrasına) bağladı.
Geçen hafta Suriye'ye yapılan saldırı yeni bir "emperyalist haydutluk" olarak tanımlanabilir. Henüz iki dünya savaşı arasındaki boşlukta hegemon adayı olarak ortaya çıkmaya çalışan Nazilerin barbarlığı veya 2.
Doğu Guta denen yer Şam'ın banliyösü gibi. Ankara'da Temelli, İstanbul'da Silivri, İzmir'de Menemen gibi. Suriye yönetimi bu bölgedeki Batı destekli cihatçı askeri yapılanmayı son aylarda başarıyla ezdi, cihatçı tedhişçilerin yüzde 90'ı da İdlib'e tahliye edildi. Hegemon ülkeler bloğu ve AKP yönetimi bundan pek rahatsızdı.
İktidar partisi bütün koşulları lehine dönüştürerek ilerlemek istiyor. Bu, kendine güvenden kaynaklanmıyor. Tam tersine: Korkularını besleyen yeni bir 7 Haziran kâbusundan kurtulamamaktan kaynaklanıyor. Kâbus ise, "ya zafer ya yok oluş" ikilemine sıkışmışlıktan ileri geliyor. Söz konusu olan sıradan bir sistem partisi değil; rejim yıkıcı-rejim kurucu olma iddiasındaki bir parti.
Başlıktaki uyarı Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'in 23 Mart'ta Uludağ Ekonomi Zirvesi'ndeki konuşmasının çerçevesinden çıkıyor: "Şu an dünyada bol para var, faizler düşük, yani hava güneşli ama bu küresel senkronize büyüme devam etmeyecek; belki yağmur yağacak, belki fırtına çıkacak. (...) Aleni bir şekilde ABD'den başlayan güçlü bir korumacılık eğilimi var. Yatırımlar durağan.
Çanakkale Köprüsü'nün finansmanı hakkında Başbakan B. Yıldırım: "10 ülkeden 24 bankanın katıldığı bir sendikasyon imzalandı. 1,6 milyar Avro, toplam kredinin yüzde 70'i. Daha ilginç tarafı bu 1,6 milyar için 3,6 milyar Avroluk teklif geldi. Alamadıklarımız da gönül koydular" diyebiliyor (Hürriyet, 17 Mart 2018).
Geçtiğimiz hafta ilginç siyasi gelgitlere sahne oldu. Topluca bakıldığında ilginç sonuçlar çıkarılabilir.
En güncel konu 2019 seçimlerinin siyasi/hukuki güvenliği. AKP bunu tahrip edecek önlemleri almakla meşgul. Siyasi partilerin ittifakına ilişkin yasa düzenlemeleri de aynı kapsamda; AKP'nin bu seçimleri de hanesine yazmanın hesapları üzerine kurgulanmış bir düzenleme.
Arada bir soluklanmak ve durumun genel bir değerlendirmesini yapmak gerekli olur. Bugün bunu siyasi durum bakımından yapmaya çalışalım.
Yanıtı belli olan bir soru olabilir. Ama bıkmadan sormalı ve şeker pancarı üreticisinin, şeker işçisinin, şeker tüketicisinin (dolayısıyla herkesin) zihninde sorular oluşmasını, bunların yanıtlarını aramasını sağlamalıyız. Ulaşabildiğimiz kadarına. Sosyal mücadeleler tarihine geçirmek adına.
AKP'nin Afrin hesapları, eğer Suriye Devleti Afrin kentsel alanına PYD/YPG ile anlaşmalı bir biçimde kendi güçlerini gönderme kararı alırsa altüst olacak görünüyor. Suriye bu hamlede kararlıysa, Suriye'de bayrak gösteren diğer yabancı devletler ve güçler bakımından da çok yönlü siyasi/askeri etkiler doğuracaktır. Öyleyse daha geniş bir açıdan bakmaya çalışalım.
1980'ler sonrasındaki neoliberal düzende merkez sol partiler "merkeze" yani sağa kayarken, aslında merkez sağ partiler de simetriyi öbür taraftan tamamlıyor, "merkeze" kayıyorlardı. Merkez sol ve sağın Almanya-Fransa örnekleriyle sınırlı olmayan bu buluşması, sonuçta kendi sağ ve sollarında yeni siyasi oluşumlara alan açmış ve bu durum 2000'li yıllarda hız kazanmıştır.
Geçen haftaki değerlendirmemize ekleyecek bir şey yok aslında. Geçen yazımızın son cümlesinde "CHP'nin 36.
Başlığı tamamlayalım: Sosyal demokrasi ölüyor, ama ondan medet umanlar (en azından bizde) eksilmiyor... Bu saptama bazıları açısından fazla sert, bazıları için abartılı, şüpheli veya yanlış, bazıları için malumun ilanı, bazıları açısından ise açıklanmaya muhtaç bulunabilir. Biz sonuncu grubu esas alarak ilerleyelim.
Afrin harekâtı yalnızca dış politika değildir. İçerdeki siyasi denklem de yeniden yazılacaktır. 15 Temmuz gibi yeni bir kırılma ve buradan yeni bir sıçrama hikayesi yazılmak istenecektir. Buna tekrar dönmek üzere Suriye olayına bakalım.
Dış politika üzerine yazmak heveslisi değilim. En son 28 Kasım 2017 tarihinde yazmıştım. Ama koşullar yeniden yazmaya zorluyor. Erdoğan iktidarı Suriye'de bir cephe daha açmak için Türkiye'yi askeri, diplomatik, politik ve psikolojik anlamda hazırlıyor.
İşin geldiği nokta içler açısı. Kendisi açısından değil, temsil ettiği makam ve ülke bakımından.