Sözcükler, onları tercih edenlerin kökeni gibi tarihsel ve sınıfsaldır. Siz siz olun, 'halk'ın ve 'sınıf'ın izinden gidin. Doğru yolu bulduğunuzu göreceksiniz. 

Seçim terimleri sözlüğü

Millet, Arapçada “topluluk” anlamına geliyor. Osmanlı’da bu anlamda kullanıldığını “millet başı” ve “koca başı” terimlerinden biliyoruz. Buna göre Hristiyan köylerinin muhtarlarına “koca başı”, azalarına da “millet başı” denilirdi. Tabii Müslümanlar yanında, diğer dinlere mensup olanlar da bir millet sayılıyordu. Kutsal Kitap’a göre millet, İbrahim ve ilk peygamberlerin dinine ait olanlara, giderek Müslümanlara karşılık geliyor. Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî’sine göre millet, “Asli din ve mezhep. Ümmet, kavim, cemaat” anlamındadır. Demek ki “millet” başlangıçta din anlamındadır ve henüz etnik bir ayrımı içermemektedir. Kavramın etnik kökenle ilgisinin olmadığının bir göstergesi de, Osmanlı Ermenilerinin tek bir millet sayılmak yerine, Ermeni Katolik ve Ermeni Protestan milletleri olarak ayrılmalıdır. Buna karşın bütün Müslümanlar tek bir millet sayılıyordu. Kuşkusuz “Müslüman milleti” de içinde birçok etnik topluluğu barındırıyordu. 

Dini esas alan “Millet sistemi”, bütün yurttaşları kapsayan laik yasalar çıkarmaya başlanınca dağılmaya yüz tuttu. Çünkü laik yasalar, “milletler”in yönetsel özerkliğini ortadan kaldırıyordu. İmparatorluk içinde “ayrılıkçı” hareketlerin ortaya çıkması da işte bu döneme denk düşüyor. Osmanlı İmparatorluğu içindeki “milletlerin” bugünkü anlamda millet oluşlarının laik yasalarla birlikte ortaya çıkması, geliştiği çağın yönelimine uygundur. Milliyetçilik dinin içinden çıkar ve çoğu zaman dinin yerini tutar. 

Günümüz Türkçesinde millet, “nation”a karşılık olarak kullanılıyor. Latince kökenli nation, aynı yerde doğmuş insan topluluğu demek. “Aynı yerde doğmak” ortak özelliği, “milliyetçilik” için ucu açık bir payda. TDK sözlüğünde “millet”in karşılığını “ulus” olarak vermekle birlikte “topluluk” anlamı da korunuyor. Buna göre, milletin anlamı “benzer özellikleri olan topluluk”, “bir yerde bulunan kimselerin tümü, herkes”tir. Yani şoförlerden “şoför milleti” veya köylülerden “köylü milleti” olarak söz etmemiz yerindedir. “Benzer özellikleri olmak” ve “bir yerde bulunmak” demek ki millet olmak için yeterlidir. Herhalde bir yerde bulunanların, herkesin, zamanla ortak özellikleri de olur. 

Milleti oluşturan ana unsurun, hiç düşünülmemiş bir şey olması şaşırtıcıdır. Herkesi (milleti), bir yerde (devlet sınırları içinde) bulunduran ve onlara ortak özellikler kazandıran şey, her durumda bizi daha “kaba” bir olguya yaklaştırır; iktisada, yani üretim ve piyasaya. Millet, nation, dinden doğar ama ona nihai şeklini piyasa verir. 

***

Demek ki millet, başta dini topluluktu. Bu durumda “milli” dini anlamında kullanılıyordu. Necmettin Erbakan, bu anlam kaymasını laik yasalara karşı bir takiye aracı olarak kullanmıştı. Partisinin adı “Milli Selamet Partisi”ydi. Dışarıdan bakan milli sanıyordu, içeridekiler dini bir parti görüyordu. Türkçesiyle “Dini Kurtuluş Partisi”dir. 

Cumhuriyetin ilk döneminde millet yerine “ulus”u seçmesi rastlantı değildir. Ulus laiktir, kurumsallaşmış dine karşı mücadelenin getirisidir, Fransız Devrimi icat etmiştir. 

“Halk” da aynı tarihsel dönemin ürünüdür ama ulus burjuvadır, halk ise avam. Halkın içinde ulustan farklı olarak ayak takımı ve işçi sınıfı baskın unsurdur. Eskiden, İstanbul’un plajlarına avam hücum edince ortam biraz bozulurdu. Üst sınıftan olup da avam akınını görenler “halk geldi milletin huzuru kaçtı” diye özetlemişti bu durumu. 1848’de ulus ile halk ayrıştı, sınıf o ayrışmada şekillendi. 1871’de yerini perçinledi. Ulusta, halkta ve sınıfta dini bir kök veya anlam yoktur.

***

Cumhuriyet, hükûmet başkanının halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimi demek. Egemenlik hakkının belli bir kişiye-aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramlarının tersidir. Demek cumhuriyet olması için yönetimi herhangi bir âdeme vermeyecekseniz. Hiç kimse orada sonsuza kadar kalmayacak, kendisini ülkenin sahibi sanmayacak…

Ne yazık bir “cumhuriyet” kavramına sahip değiliz. Mevcudu Arapça kökten üretilmiş Osmanlıca bir terim. Cumhur, “bir araya toplanma, topluluk oluşturma”, bu kökten türeyen “cumhūr” ise “cemiyet, toplum, kamu” anlamına geliyor. “Respublica”nın Türkçe karşılığıdır ki o da “kamusal alan” demek. 18. yüzyılda monarşi ile yönetilmeyen iki ülke, Hollanda ve İsviçre birer respublica idiler. Erken kapitalist ülkelerdir. Buna Fransa katıldı. “Üçüncü sınıf”, içinde aristokrasi ve kilise babaları dışında kalanlar, burjuvalar, işçiler ve köylüler vardı, ayaklandı. Monarşiyi, onunla birlikte ona güç veren aristokrasi ve kilise babalarını devirdi. Bastille’de toplandılar, önlerine ne çıktıysa sürüyüp attılar. Alanı temizlediler ve toplandıkları alan “respublic” oldu. Demek ki cumhur olmak için bir kamusal alana ihtiyaç var. 

***

“Irk”da durum biraz daha karışık.  Eski Ahit’te, zamanında bilinen halkların Nuh’un oğullarının ahfadı olduğu yönünde bir kurgu var. “Gemiden çıkan Nuh'un oğulları Sam, Ham ve Yafet idi. Ham Kenan'ın babasıydı. Yeryüzüne yayılan bütün insanlar onlardan türedi.” Hikâye böyle. İnanış o ki, Samiler ve Hamiler -Yahudiler ve Araplar- Nuh’un o iki oğlunun soyundan gelenlerdir. Yafet’in soyundan gelenlerin kim olduğu ise biraz bulanık. Türkler at üzerinde yalın kılıç tarih sahnesine dalınca Sam’ın ve Ham’ın çocukları “Yafet’inkiler de bunlar olmalı” diye düşünmüş olmalı.

Fakat gelin görün ki Türkler tarih sahnesine görece geç çıktı. Ondan önce “Yafet’in torunu” rolü Ermenilere yakıştırılmıştı. “Amelek” diyorlardı. Amalek, İsrail oğullarının Mısır’dan çıkışında Kızıldeniz’i aştıktan sonra artçılarını vuran zalim bir kavimin adıydı. Ermeniler ve Türkler tarihin ergenlik döneminin küçük yaramaz çocuklarıdır.

Fakat etnisite ve milliyet yakın zamanların keşfidir. 19. yüzyılın ortalarına kadarki Osmanlı yazılarında ve sonrakilerin birçoğunda, “Türkiye” sözcüğü kullanılmamıştır. Bu sözcük, “Türklerin” genellikle “memalik-i İslam” veya daha yerel bir tanımlama gerektiğinde “diyar-ı Rum” dedikleri bir ülkeyi belirtmek için Batılılarca kullanılan bir deyimdi. Bu başka bir gerçeğe, Türk etnik kimliğinin Batılılarca icat edildiği gerçeğine götürür bizi. Her şeyden önce Türkoloji bir Batı icadıdır ve Asya incelemeleri de bütünüyle Batı’nın Doğu’yla ilgili ihtiyaçlarının bir tezahürüdür.

Bugün bildiğimiz anlamıyla Irkçılığın icat eden 19. yüzyıl düşünürü olan Gobineau’dur. Kont Joseph Arthur de Gobineau bir Fransız soylusuydu. Yaşadığı dönemde Fransız Devrimi’nin ateşi harlıydı. Soyluların onurunu kırmıştı devrim; yoksullaşmışlar, alt sınıflara yaklaşmışlardı. O da sınıfının kırılan onurunu, soyluluğu yücelterek onarmaya girişti. “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üstüne Bir Deneme” adlı kitabını işte bu ruh hali içinde yazdı. Cermenler ve Frankların soyluluğunu övdü. Giderek beyaz ırkın renkli ırklara üstün olduğu kanısına vardı. Irkçılık esinini çürüyüp giden soylular sınıfının hayal kırıklığından almıştır. “Beyaz adam” tam da renkli ırkları boyunduruk altına almak için dünyanın en yoksul bölgelerine sefere çıkmışken, onların cephaneliğine yeni mermiler yüklüyordu düşünürümüz. Irk, dünyanın odağıydı. Üstün ırklar üstünlüklerinin bilincine varmak için öteki ırkları ezmeliydi. Zaten doğa da aşağı ırkları yukarıdakilere hizmet etsin diye yaratmıştı. Avrupa Kont Gobineau’nun bu icadını sömürgecilikte etkili bir ideolojik argüman olarak kullandı. Tahkim etti, bir “Avrupa Irkı”na dayanak yaptı. Nazizm bu icada yaslanarak gelişti. Bütün “ırk”lar icat edilmişlerdir.

***

18. yüzyıl alt sınıfların aristokratik ayrıcalıklara karşı birleştiği bir dönemdi. Oysa burjuvazinin yön verdiği tarihçiler Aristokrasi -Tiers Etat kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Cermenler) eski halklar (Gallo-Romenler, Keltler vs.) arasında bir kavga olduğu kanısındaydı. Fransa Devriminde ortaya çıkan büyük kapışma, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarından ibaretti. Fransa İhtilali, eski halkların-Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Frenklere karşı bir intikamıydı.

Peki bu düğüm nasıl çözülecekti? Marx ve Engels Fransız yazarların etnik yönünü vurguladıkları kavganın sınıfsal yönüne işaret ederek çözecekti düğümü. Frenkler aristokrasiyi, eski halklar ise burjuvaziyi ve onun müttefiki olan diğer sınıfları teşkil ediyorlardı. Tabii zamanla yükselenler ve düşenler vardı ve bunlar eninde sonunda bir sınıfa dahil oluyordu. Sorunun bu biçimde sunulması, ırk ve etnik kaygıları ikinci plana itiyor; analiz yöntemini tamamen değiştiriyordu.

***

Burada bir tür “seçim terimleri sözlüğü” yaptık. “Cumhur” var elimizde, cumhuriyetle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. “Millet”te ise doğuşunda olduğu gibi ulustan çok din var, gerilemiştir ve aslına dönmüştür. Bir de “memleket” var. Nazım'ın şiirlerinden biliyoruz, ayrı ve uzaktadır. Vatan veya yurt kadar politik değildir, demek istiyorum. Bir tür terk edilmiş veya yitirilmiş sevgili gibidir memleket. 

Sosyalizm ve Komünizm ise halka ve sınıfa yaslanmıştır, nettir, kökeni ve gelişimi hakkında bir bulanıklık bir kuşku yoktur. Sözcükler, onları tercih edenlerin kökeni gibi tarihsel ve sınıfsaldır. Siz siz olun, “halk”ın ve “sınıf”ın izinden gidin. Doğru yolu bulduğunuzu göreceksiniz.