Sessiz istifayı “yeni nesil grev” olarak adlandıranlar bile çıktı. Onlara göre bu bir iş bırakma biçimi ve Z kuşağının modern grev anlayışı. Bunun şaşırtıcı olmadığını söylemeliyim.

Neyin nesi bu ‘Sessiz istifa’

“Quiet quitting” olarak duyuldu, dilimize “sessiz istifa” ya da “sessizce bırakma” olarak çevriliyor. New York şehrinde yaşayan Zaid Khan isimli gencin bir sosyal medya platformunda paylaştığı video ile gündeme geldi. Zaid bu kısa videoda, sahip olduğu değerin işyerindeki üretkenliğiyle ölçülemeyeceğini söyleyip işte yükselme fikrinden vazgeçtiğini duyuruyor. “İş senin hayatın değildir” diyor ve sonrası için işyerindeki pozisyonunu “sessiz istifa” olarak tanımlıyor. İşten ayrılmıyor fakat işyerinde yapması gereken temel işlerin dışında bir şey yapmadan, enerjisini ve zamanını işle ilgili başka hiçbir konuya harcamadan çalışmayı sürdürüyor.

Zaid’in paylaşımının ne ölçüde planlanmış olduğunu bilme şansımız yok. Fakat pek çok iş platformunun ve istihdam şirketinin büyük bir hızla konunun üzerine atlaması tesadüf olmasa gerek. Henüz birkaç ay geçmesine rağmen üzerine pek çok makale yazıldı, şirket içi eğitimlerin konusu edildi ve şirket guruları yeni verimlilik fikirleri ortaya attı. Sonuçta “inovasyonun” günümüz kapitalizminde “İnsan Kaynakları” yönetiminin de konusu olduğunu hesaba katarsak “Quiet Quitting” fikri patronlara, çalışanlarının şirket bağlılığı konusunda güçlü bir güncelleme fırsatı sunmuş görünüyor.

Önce tartışmanın kuramsal tarafına not düşelim. Meselenin esası, kaynağı meta üretimi olan “yabancılaşmadır”. Kapitalist meta üretimi, kullanım değil değişim değeri için yapılır ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti üretim sürecindeki insanı (işçiyi) makinenin (işin) bir uzantısı haline getirerek onu üretim aracı sahibinin (burjuvanın) metası yapar. Dolayısıyla kapitalist üretimde emek gücü de bir metadır. Üstelik öyle bir metadır ki emeğe dönüştüğünde kendi değerinden fazlasını yaratır. Kapitalist, işte emek gücünün yarattığı bu artı değere el koyar. Marksist iktisat bu el koymaya “sömürü” adını veriyor.

Sömürülen, üretim araçlarından yoksun (mülksüzleşmiş), emek gücü metalaşmış ve yarattığı değere el konulmuş emekçi emeğine yabancılaşır. Marksist ekonomi politik bunu da “yabancılaşmış emek” kavramıyla açıklıyor.

“Demek ki yabancı kılınmış emek, yabancılaşmış emek aracılığıyla işçi bu emek ile ona yabancı ve onun dışında bulunan bir insanın ilişkisini kurar. İşçinin emek karşısındaki ilişkisi kapitalistin, kendine verilen ad ne olursa olsun emeğin efendisinin ilişkisini oluşturur. Özel mülkiyet demek ki yabancılaşmış emeğin, işçinin doğa ve kendi kendisi ile dışsal ilişkisinin ürünü, sonucu zorunlu vargısıdır.”*

İster kafa ister kol işçisi olsun, kapitalist üretimde emekçi, kendi emeğine ve o emeğin ürününe bir yabancı insanın ilişkisi kadar uzaktır. Nedeni üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Emeğin efendisi onun sahibi değil, yarattığı değere el koyandır.

Bilim böyle söylüyor. Bu kadar yalın.

Bu nedenle aynı gemide olma fikri, şirket aidiyeti, çalışan bağlılığı kavramları birer palavradan ibarettir. Gerçekte olan “yabancılaşmadır”. Kişinin ruh halinin değil, maddi koşulların sonucu olan “yabancılaşma” üretim araçlarındaki özel mülkiyete son verene dek devam edecektir.

İşten güçten canı çıkmış, bir yandan performans kriterleri denilen subjektif olgularla baskı altında verimini artırması beklenen, öte taraftan işsiz kalmamak ya da üç kuruş gelirini biraz daha yükseltmek için uzun çalışma sürelerine rıza gösteren çalışanlar için “daha fazlasını yapmayacağım” çıkışı kulağa hoş geliyor. Fakat tartışmanın arka planı hiç de öyle değil.

Neden işçinin yaptığı işi değil de, yapmaya mecbur olmadığı işleri konuşuyoruz? Adına esnek çalışma deniyor bunun. Esneklik, iş tanımlarından çalışma sürelerine, görev alanındaki yetkilerden sorumluluklara kadar her şeyin değişebilir olmasıdır. Mevcut çalışma rejimi esneklik üzerinde yükselmektedir. Kimse “ben sadece verilen işi yaparım” diyememektedir. Çünkü verilen işler hem fazlalaşmakta hem çeşitlenmektedir.

“Sessiz istifa”, esasen bu esnekliğe karşı bir tepkidir fakat paçayı bu bireysel tutum ile kurtarmayı düşünen kişi, kısa bir süre sonra sessizliğini evinde sürdürmek zorunda kalacaktır.

İşyerinde yaşanan hiçbir sorun, üstelik bu bir de çalışma rejiminde yerleşik hale dönüşmüş ise bireysel tutum ve tepkiyle çözülmedi. Örneğin işçiler 8 saatlik işgününü, işyerlerinde tek tek 8 saat çalışıp paydos ederek elde etmediler. İşçiler bir araya geldiler, örgütlenerek bu talep için işyerinde ve dışında birlikte harekete geçtiler. Bireysel değil toplu davrandılar.

Buna rağmen sessiz istifayı “yeni nesil grev” olarak adlandıranlar bile çıktı. Onlara göre bu bir iş bırakma biçimi ve Z kuşağının modern grev anlayışı. Bunun şaşırtıcı olmadığını söylemeliyim. İşçilerin işyerinde en güçlü silahı olan grev fikrinin her fırsatta içini boşaltmak bir mücadele yöntemi olarak sermaye sınıfının öncelikleri arasındaki yerini korumayı sürdürüyor.

“Sessiz istifa”, işyerlerinde baskı altında çalışmayı süreklileştirecek yeni bir tartışmanın kapısını aralıyor. Düzenden umudu kalmayan işçi sınıfının olası tepkilerini örgütlülük fikrinden uzak tutup, bireysel kanallara sıkıştırmak… Dikkat edilmeli. İşçi sınıfının kolay çözümü yok ama kalıcı çözümü var. Onun tek yolu ise örgütlü yani birlikte davranmak.

  • *. Marx K., “1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felfese”, SOL yayınları, Kasım 1993, Sf.150