Emekçilerin ürettikleriyle ortaya çıkan zenginliğe küçük bir azınlık, sermaye sahibi, patron el koyuyor da ondan. Meselenin özeti budur.

Ekonomi büyürken bölüşümde adalet mümkün mü?

Dün açıklanan rakamlara göre yılın ikinci çeyreğinde Türkiye ekonomisi yüzde 7,6 büyüdü. 2020 yılının aynı çeyreği, yani pandeminin ilk aylarını kapsayan dönem dışında bu büyüme kesintisiz devam ediyor.  2021 yılından bu yana hiçbir çeyrekte 7’nin altına düşmedik.

Büyüme, üretilen mal ve hizmetlerin, bir başka değişle ülkede yaratılan değerin artması demek. Yani her çeyrekte açıklanan büyüme rakamları, aslında ülkede süren ekonomik faaliyetin büyük bir zenginlik ortaya çıkardığını gösteriyor.

Pek güzel de bu zenginlik kimin havuzuna akıyor?

Soruya tümüyle yanıt vermese bile gelir yöntemiyle hesaplanan Gayri Safi Katma Değer içinde işgücü ödemeleri ile net işletme artığı/karma gelir payları, olan biten hakkında bize yeterince fikir veriyor. Buna göre 2020-2022 ikinci çeyrek karşılaştırmasında işgücü ödemelerinin payı yüzde 36,8’den 25,4’e gerilerken, net işletme artığının payı yüzde 42,9’dan 54’e yükselmiş.

Her çeyrekte 7’den aşağı büyümeyen bir ekonomide sermayenin pastası kesintisiz artarken emeğin payı neden sürekli ve hep daha fazla azalır?

Emekçilerin ürettikleriyle ortaya çıkan zenginliğe küçük bir azınlık, sermaye sahibi, patron el koyuyor da ondan. Meselenin özeti budur.

Gerisini boş vermezseniz her zam döneminde işçiye “kriz var, çok zor döndürüyoruz” masalı anlatan patronları ya da “İhracatla kazanıyorlar ama ithalat nedeniyle borçları da arttı” diye onlara toz kondurmayan televizyon yorumcusu iktisatçıları dinleyip durursunuz. Bu gürültüye kulaklarınızı tıkamalısınız. Çünkü gerçekleri çarpıtıyorlar. Bir tarafta birkaç bin lira ücretle geçinmeye çalışan emekçiler diğer tarafta onların ürettikleriyle milyonlarca dolar kazanan şirket sahipleri var. Gerçek olan bu… Bayağı bir “organize soygun” faaliyetiyle karşı karşıyayız.

Ağır bir bedel ödüyoruz. Bu bedel, patronlar servetlerini katlarken halkın muazzam bir yoksullaşma yaşamasıdır. Emekçi halka ödetilen bedel, sermaye sınıfının mükafatı oluyor.

Büyüme rakamları söz konusu soygunun muhasebeleştirilmiş halidir. TÜSİAD’ın bir önceki başkanı Kaslowski “yoksullaştıran büyüme” diye adlandırmıştı. İktidarı eleştirdiğini düşünenler yanılıyor. Risklere işaret ettiği doğrudur, zira serbest piyasa ekonomisinde rekabet, rekabetin olduğu yerde risk hep vardır. TÜSİAD eski başkanı “Her büyüme refah artışı ile sonuçlanmaz. Aksine hızlı büyüme adına attığınız adımlar toplumun fertlerini yoksullaştırabilir” diyor. Kaslowski’ninki bir şikâyet değil durum tespitidir. Olmasa iyi ama büyüme için buna ihtiyaç var! Dediği bu.

Erdoğan’ın “nas” diye eleştirildiği düşük faiz-yüksek kur politikası, eleştirenlerin bile kasasını doldurduğu bir ekonomi pratiğine dönüştü. Erdoğan, bu modelin üretim-ihracat-istihdam artışını sağladığıyla övünüyor.

Haksız değil. Üretim pandemi öncesinin rakamlarını katladı. Toplam sanayi üretim endeksi (mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış) salgın öncesindeki 119,8 idi, son açıklanan rakam 147,6. Aynı veri İmalat sanayi için 113,1’den 150,7’ye kadar yükseldi. Üretim artışını ihracat domine ediyor. 2021 yılında rekor artışla 225 milyar dolar düzeyine çıkan ihracat, bu yılın henüz ilk yedi ayında 114 milyar dolar oldu. İstihdamdaki artış ise geçen yılın sonuna göre 900 bine ulaştı.

Ama bu göstergelerin yanında başka rakamlar da var. Ağır bedel ödüyoruz demiştik ya, işte o bedeli anlatan rakamlar bunlar.

TÜİK’in istihdam rakamı 30 milyon. Bu rakamın neredeyse üçte biri kayıt dışı çalışıyor ya da tam zamanlı bir işi bulunmuyor. Ekonomi, güvencesiz istihdam ile büyüyor.

İstihdam artışına işsizlik artışı eşlik ediyor. TÜİK’in bir süredir saklamaktan vazgeçmek zorunda kaldığı geniş tanımlı işsizlik yüzde 20 bandına oturdu. Bu en az 7,5 milyon işsiz demek.

Enflasyondaki artış durdurulamıyor. Üstelik gelir gruplarına göre yapılan enflasyon hesaplarında dar gelirlilerin enflasyonu ile yüksek gelirlilerin enflasyonu arasındaki fark açılıyor. DİSKAR’ın son hesaplamasına göre en düşük yüzde 20’lik gelir grubunun gıda enflasyonu yüzde 140’a dayanmış durumda.

Ücretlerdeki artış resmi enflasyonun bile çok altında gerçekleşiyor. TÜİK’in son açıkladığı verilere göre saatlik kazanç artışı yıllık yüzde 56,2 oldu. Aynı dönem enflasyon ise yüzde 78,6!

Temmuz ayında yapılan ara zamla asgari ücret 5.500 liraya yükseldi fakat şimdi dört kişilik bir aile için hesaplanan açlık sınırı 6.889, yoksulluk sınırı 22.442 lira.

Büyüme bir soygun pratiğinin sonucu olduğunda ortaya çıkan ağır bedel böyle oluyor.

Peki, büyümede adalet sağlamak mümkün mü? Bu konuda ısrarla sosyal devleti çağıran, yüksek ücret artışı öneren, vergi düzenlemesi isteyen hatta servet vergisi önerenler var. Ya da sorunumuz “daha adil bir bölüşüm” müdür?

Değildir. Adil bölüşüm için soygunun son bulması gerek. Soygunu sermaye sınıf yapıyor. Emekçilerin yarattığı değere el koyarak… Bugün, süregelen ekonomik büyümenin ön koşulu, bölüşümün adil olmamasıdır.

Servet vergisi bu nedenle bölüşümde adaleti sağlamaz. Kırıntı istemektir. Sadece eşitsizliği ve onun yarattığı yoksulluğu sürdürülebilir kılmaya yarar.

Azıcık kamuculuk olmaz. Yüksek faturaları düşürmenin tek yolu, enerji üretim-dağıtım-pazarlama işlerinde şirketlerin varlığına son vermektir. El koyana el koymadan sorun çözülmez.

Daha yüksek ücret ise örgütlü sınıf gerektirir. Bölüşümü sınıflar arasındaki mücadele belirler.

Tekellerin çıkarlarına göre değil, toplumun ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş bir devletin merkezi planlamasıyla hem ülke daha büyür hem de zenginlik eşitçe paylaşılır.