'Emekçi dalgasının ufku ilk bakışta sanılandan çok daha geniş olabilir. Solun işi bu ufku genişletmektir.'

Eğri oturup doğru konuşmanın zamanıdır

Türkiye işçi sınıfı yeni bir grev dalgası yaşıyor. İlk değildir, ama her defasında olduğu gibi özgün nitelikler barındırmaktadır. 

Birincisi, işçi sınıfı örgütlü değildir. Grevlerin de çok büyük çoğunluğu bir sendika tarafından yönetilmemektedir. İlk bakışta derin bir zaaf olarak düşünebileceğimiz bu veri, bir başka pencereden okunduğunda kırk yıllık sendika tasfiyesinin ve bir o kadar süreye yayılan sendikal yozlaşmanın duvara çarpması olarak karşımıza çıkıyor. Sermaye iktidarının emek yaşamını kökten dönüştürdüğü tarihsel bir operasyon, mücadeleye katılan işçiler tarafından iflasa sürüklenmektedir. 

İkinci olarak, daha önceki grev dalgalarının pek azında kurulabilmiş olan “siyasal önderlik” yine söz konusu değildir. Siyasal önderlik işçi sınıfı için, solun altın yılları sayılan 1960-80 aralığında sık rastlanan bir özellikti. Bu dilimin dışına baktığınızda ise istisnadır. Grevlerin dalgakıranlarda dağılmasını açıklayan en önemli neden siyasetsizlik oldu. Siyasal öncünün varlığı veya öncü işçilerin siyasal örgütlülük tarafından yönlendirilmesi başarının güvencesi değildir, ama koşuludur. Bu durumda başarının önemli bir önkoşulundan yoksun olduğumuz kabul edilmelidir. Kabul etmek dediysek, kadere razı gelmek için değil, önlem almak için… 

Bu noktada üçüncü nota sıra gelir. Türkiye solunda, işçilerin ekonomik mücadelesine ekonomik bir organ, yani bir biçimde sendika aracıyla yön vermek gerektiği yolunda bir ezber yaygındır. Siyasallaşmanın ekonomik güdüleri kısırlaştıracağını varsayan bu ezber çoğu zaman “elden geleni yapmak” gibi bir zorunluluğa denk düşmüş olabilir. İşçi sınıfımızın siyasi örgütlülüğü çok eksik diye ekonomik mücadeleden geri durulacak değildir, elbette. Yani elden gelen yapılır… Bu mücadele aynı zamanda bir siyasallaşma sürecine de dönüştürülebilir. Veya klasik ifadeyle grev bir okuldur.

Ancak, dört, Türkiye solu mücadelenin nesnel kısıtlarını gözeterek ilerlemenin dışında bir taraftan ekonomist/sendikalist, diğer taraftan da anarko-sendikalist eğilimlerle de dolup taşmaktadır. Sol sendikacılığın, işçi sınıfı partisiyle, yani sosyalist iktidar mücadelesiyle bağlanmak yerine başlı başına bir siyasal odak olarak şekillenmesinin o kadar çok örneği var ki. Çocukluk çağında zorunlu sayabileceğimiz bu durum, onca politik mücadele deneyinden geçtikten sonra yanlıştır. Sol sendikacılık kendini burjuva partileriyle ve işçi sınıfının iktidar mücadelesiyle resmen eşit mesafede tanımlayabilmektedir. Bu yaklaşım sol sendikacılığın düzen içi sınırlara hapsolmasından başka yere gitmez. Sendika başkanları da parlamentoya gider!

Beşinci olarak, anarko-sendikalizm, partili mücadeleyi gereksiz sayan, işçi sınıfının kendiliğindenliğine methiyeler düzen bir akımdır. Oysa siyasetsiz bir emekçi yükselişi, çok uzun olmayan bir yolun sonunda sömürü düzeninin yıkılması perspektifi yerine uzlaşmalar batağına sapacaktır. 

Sınıfımızın siyasal örgütlülüğünün cılızlığı bir veriyse alınması gereken önlemler arasında hem pratik mücadelede komünistlerin öncü rollere soyunması, hem de akıl açıklığı olmalıdır. Öncü rol arayışı, solun geçmişinde fazla sık yaşandığı gibi kısır rekabetle değil, dayanışmayla, hareketin farklı kesimleri arasında dostça bir işbirliğiyle hayata geçirilmelidir. Komünist hareket farklı özneler, kurumlar, kendiliğinden örgütlenmelerle ilişkisinde kapsayıcı bir kültür geliştirmek zorundadır. Ancak aynı dostluğu herkes göstermek durumundadır. Siyasetsizliği kendisi için bir avantaj olarak kavrayan anarko-sendikalist akımlar dalgakıranlara hizmet edeceklerdir.

Pratik mücadeleye ilişkin dayanışmacı kültür altıncı notumuz olsun… Yedincisi ise, akıl açıklığıdır. Sol liberalizmin kiri pası temizlenmeden akıl açıklığı sağlanamaz. Bugün yaşanan toplumsal kriz ve çalkantının sınıfsal özünün alabildiğine net hale gelmesi, sol liberalizme özgü kimlikçi pozisyonlardan arınmak için büyük bir olanak yaratıyor. Sınıf eksenini ve kimlikler eksenini hayatın iki eşdeğer gerçeği olarak görmek, sol liberallerin direnç hattını yansıtır. Sınıf örgütlülüğünü ve sınıf mücadelesini esas alan komünist hat, kimlik sorunlarını ne görmezden geliyor, ne bu başlıklarda topu taca atıyor. Sınıfsallığın girmediği, anlamlandırmadığı bir kimlik sorunu yoktur. Örnek olsun, yoksul halkın fatura isyanının Kürt kentlerine yansıması bir “kimlik-sınıf barışması” değil, Kürt kimliğine ilişkin sorunların sınıf esasının çarpıcı biçimde açığa çıkmasıdır. Özetle kimlikle tanımlanan her sorun, her dinamik sınıfsaldır.

Sekizinci not veya bir diğer akıl açıklığı, doğrudan sosyalist iktidar hedefli olmayan bugünkü yoksulluk tepkisinin demokrasi mücadelesi olarak görülmesine karşı gerekmektedir. Ekonomik mücadelenin sağlayacağı kazanımlar burjuva demokrasisi yönünde ileri adımlar anlamına gelecekse, bu kazanımlara “görece daha demokratik” burjuva akımların el koymasına itiraz bile edilemez. Oysa mücadelelerin sınıfsallığı, sorunların çözümünün bu düzenin sınırlarından öteye taşabileceğini göstermektedir. Sol kendisini düzen içi hedeflerle sınırlama hastalığını bir kenara bırakmalı ve örgütsüz, siyasetsiz kitlelerin sergilediği dinamizme hak ettiği değeri vermelidir. “Elden geleni yapmak”, grevi okula dönüştürmek, kitleleri siyasetle buluşturmak… Bunlar başka türlü olmaz.

Dokuz; düzen muhalefetindeki sosyal-demokrat kollar mücadelenin ve solun müdahaleleri karşısında pozisyonlarını gözden geçirmek zorunda kalmaktadır. Özelleştirmeciliğin kırk yıllık tahtından indirilmesi, devletleştirmenin toplumsal meşruiyet kazanması, hatta en can alıcı başlıklarda emekçi halkın acil talebi olarak somutlanması ve egemen güçlere dayatılması mümkündür. Düzen muhalefeti bir noktadan sonra bu yola teslim olabilir. Ancak bunun için solda, bugüne kadar başka bir bağlamda tartışılan “bağımsız bir sınıf odağının”, bir başka ittifakın yaratılması gerekir. Adlı adınca CHP ve HDP’ye angaje bir sol, sosyalizm mücadelesinde ileriye doğru kırılma yaratacak gelişmelere katkı veremez, tersine kitle hareketliliğinin üstüne düzen muhalefetinin oturmasına yardımcı olur. 

Onuncu nokta, mücadelelerin iki boyutunun eşzamanlı ve birbirini besleyerek yürüyor olması. Bir tarafta ücretlerin erimesine, somut olarak göstermelik zamlara karşı işyeri bazlı bir işçi hareketi yükselmektedir. Diğer taraftaysa çok geniş emekçi halk kitleleri faturalara karşı ses çıkarmaktadır. İşçi sınıfının orta kesimlere uzanan kitleler tarafından haklı bulunması ve fatura protestolarında da emekçi karakterinin belirginliği, 2022 başlarındaki toplumsal tabloyu özgün kılıyor. Bu ne kendi durumunu düzeltmek için işçilerin grev yapmasından ibarettir, ne de küçük mülk sahiplerinin proleterleşme tehlikesine karşı isyanı. Sorunların iç içeliği ve yaygınlığı mücadeleye yeni bir ufuk ve zengin olanaklar kazandırmaktadır.

Bugünlük son nokta ise siyasi iktidarın bildiğimiz karakteriyle bağlantılı. Yıllardır, kaçınılmaz sonu bin bir manevrayla erteleyen AKP iktidarının ipini tekelci sermayenin ve emperyalist merkezlerin çekmesi en yüksek olasılık ve en çok bel bağlanan seçenek olageldi. Şimdi emekçi halkın meseleye el koyması devrimcilerin iyi niyetli, biraz da maksimalist temennisi olmanın ötesine geçiyor. Bunun gerçekleşmesi, yani AKP karşıdevriminin halk tarafından sonlandırılması, sömürü düzeninin restorasyon yoluyla tahkim edilmesini zora koşacaktır. Emekçi dalgasının ufku ilk bakışta sanılandan çok daha geniş olabilir. Solun işi bu ufku genişletmektir. Bu nedenle bir dizi nedenle eğri oturuyor olsak da doğru konuşmakla yükümlüyüz.