Aslında, Hazine’ye yük yükleyecek bir Kur Korumalı Mevduat “ürününe” ilişkin bir yasal dayanak olmaması, devlet ciddiyetinden ne denli uzaklaşıldığının bir diğer kanıtıdır.

Dövize endeksli mevduat dönemi

Geçen haftaki yazımı 20 Aralık 2021 Pazartesi akşamı kararlarını Erdoğan’dan dinleyerek sıcağı sıcağına yazmıştım. Şimdi üzerinden bir hafta geçti. Döviz kurunda önemli bir geriye gidiş oldu. Hem de açıklamadan hemen sonra, gece yarısı operasyonu biçiminde. Bu açıklamaya 7 milyar dolar civarında bir döviz satışının eşlik ettiği daha sonra öğrenildi. Vurgun vuranındı. Hazine ve Maliye Bakanı sırıtarak açıkladı: Küçük tasarruf sahipleri bu gecenin en büyük kaybedeniydi. Peki ya kaybettirenler? Peki ya kararları ve döviz satışını içeriden öğrenenler?

Olayın sonuçlarına tekrar dönmek üzere öncelikle 20 Aralık 2021 Pazartesi gecesi kararlarının şu üç işlevini vurgulayalım.  

Birincisi, bu Kararlar öncelikle Erdoğan’ı kurtarma kararlarıdır. Faiz inadıyla ve her konuşmasıyla ekonomiyi batıran Erdoğan için hazırlanmış bir kurtarma reçetesidir. Ekonomi kadroları yan yoldan örtük faiz artırımı üzerinden Erdoğan’a bir çıkış yolu sunmuşlardır.

İkincisi, tüm AKP yönetim kademeleri açısından topluma “çaresiz değiliz ve çare hala biziz” mesajı verilmek ve böylece merkezde ve taşrada halkın içine çıkamayan kadrolara moral aşılanmak istenmiştir. AKP yanaşması yazar-çizer takımının ağzına da laf verilmiş ve “son sözü reis söyler ve gene reis söyledi” türü hamasetlere zemin hazırlanmış, savunmadan saldırıya geçme fırsatı yaratılmıştır. (Gerçi “reis”in TCMB rezervlerinin eritilmesi konusunda TV’lerde “ben o sırada Cumhurbaşkanı idim, olanlardan sorumlu değilim” türü yan çizmesine bakılırsa, “reis”in son sözü söylemek konusunda epey yalpaladığı ve yalpalayacağı da anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, 20 Aralık 2021 kararları, yasal dayanaktan yoksun olmaları bakımından, üst kademe kamu yöneticilerini ve Erdoğan’ı hukuken açığa düşürecek cinstendir).

Üçüncüsü, bu Kararlar sermayeye mesajdır. “Muhalefetle flört etmeyi bırak senin çıkarları benden iyi savunan bir iktidar bulamazsın” mesajıdır. Kararların içeriğine bakınca çok haksız da sayılmaz. (Geçen haftaki yazımızda bunlara kısaca değinmiştik). Bu arada 20-21 Aralık gecesi vurgununun da belirli sermaye çevreleri ve varlıklı kesimler lehine büyük bir gelir/servet transferine yol açmak bakımından mesajı aşan etkileri olmuş olmalıdır.

Gelir transferi burada kalmaz

Devasa boyutta bir gelir/servet transferinin 24 saati bile bulmayan bir zaman dilimi içerisinde gerçekleştirilmesi kuşkusuz tarihi önemdeydi. Ama “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” (kısaca Kur Korumalı Mevduat veya  KKM) denilen sözde bankacılık “ürününün” yol açacağı gelir/servet transferleri çok daha büyük boyutlu olacaktır. Aslında ortada bir “bankacılık ürünü” olduğu da kuşkuludur. Eğer bu “ürün”ün yol açacağı kur farkı ödemeleri tamamen bankaların kasasından yapılıyor olsaydı, o zaman -kamu bankalarına yapılacak dolaylı transferler dışında- Hazine’nin bir katkısı/yükü olmayabilirdi. Ancak Hazine desteği olmadan da özel bankalar böyle bir bu ürünü sunmazdı/sunamazdı.

Kur artışı riskini Hazine’nin üstlendiği bu uygulamada, sözünü ettiğimiz transferler birçok yönde çalışacaktır:

1) Hazine’den >> tasarruf sahiplerine (özellikle de büyük tasarruf sahiplerine) ;

2) Hazine’den >> özel bankalara: Kur Korumalı Mevduata TCMB politika faizinin en fazla üç puan üzerinde faiz tahakkuk ettirilebileceğine dair sınırlama bankaların mevduat maliyetini düşürürken, kredi faizlerinin yüzde 25’leri bulan (ve önümüzdeki haftalarda enflasyonla daha da yükselecek olan) seviyesi bu bankaların kâr marjlarını arttırmaktadır. Kamu bankaları açısından bakılırsa, zaten zararları Hazine’den karşılandığı için daha sıradan bir durum vardır; ama “kur farkı” denilen örtük (zımni) faiz giderinin özel bankalarca Hazine’ye yüklenmesinin yolu açılmaktadır.

3) Vergi yükümlülerinden >> Kur Korumalı Mevduat sahiplerine. Aslında bu ilişki Hazine’nin, üzerine gelecek yükü kaçınılmaz olarak vergi yükümlülerine yansıtması sonucunda oluşacaktır. Peki ama dar bir  tasarruf mevduatı sahibi kesime (toplam mevduatlar içinde dahi dar bir kesimi temsil eden büyük tasarruf sahiplerine) 85 milyondan toplanan vergilerin kur farkı olarak “tahsis” edilmesinin anayasal dayanağı var mıdır? Anayasanın 73. Maddesi bunun olmadığını söylüyor. Bankaların kur farkı ödemeleri, bir kamu gideri/kamu hizmeti türü sayılamaz. Vergi yükümlüleri bazı mevduat sahiplerinin kur farklarını üstlenmeye zorlanamaz. Kaldı ki, burada vergi gelirlerinin bir bölümünün belirli bir zümreye “tahsisi” gibi bütçenin genellik ilkesini açıkça çiğneyen bir uygulamaya adım atılmaktadır. (Bunu Nedim Türkmen de 24 Aralık 2021 tarihli Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde dile getirdi; hatta mükelleflerin vergilerinin belli bir hizmete tahsisinin de anayasa aykırılığı konusunda çok taze bir AYM kararını sütunlarına taşıdı: Bkz. 21.12.2021 tarihli RG).

Aslında, Hazine’ye yük yükleyecek bir Kur Korumalı Mevduat “ürününe” ilişkin bir yasal dayanak olmaması, devlet ciddiyetinden ne denli uzaklaşıldığının bir diğer kanıtıdır. Kaldı ki, bütçeye ek yükler getirecek, bütçe açıklarını TBMM’de bağlanan tutarın çok üzerine taşıyacak, bütçenin borçlanma gereksinimini büyütecek ve faiz giderlerini şişirecek bir uygulamanın bir EK Bütçe yasası çıkarılmadan gündeme getirilmesi de bir yasa tanımazlık olduğu kadar yasamanın bütçe hakkının da açık ihlalidir. Ama tekrar vurgulayalım, yasal dayanak ve Ek Bütçe yasası çıkarılmış olsaydı dahi, bu uygulama Anayasaya aykırı olduğundan ötürü, bu adımlar yeterli sayılamazdı. Demek ki siyasal tepkiler düzeyinde kalınmamalı, konu hukuki düzlemde de takip edilmelidir.

Bu uygulamanın Hazine’ye getireceği yük için kaba bir tahmin yapılabilir mi? Değerli meslektaşımız Hayri Kozanoğlu bu konuda bir alıştırma yapmış: Gerçek kişilerin 128,6 milyar dolarlık döviz mevduatının kabaca yüzde 30’unun TL hesabına  döneceği ve TL’nin de uygulanan faizin yaklaşık yüzde 20 üzerinde dolara karşı değer kaybedeceği varsayılırsa, bunun bütçeye 125 milyar TL ek yük getireceğini hesaplamış (TCMB’nın öngördüğü ürün). Bu hesabı “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat”a dönüşecek TL mevduatlar için de yapınca 63 milyar TL’lik bir maliyet bulmuş (Birgün, 26 Aralık 2021). Toplam 191 küsur milyar TL’yi bulan bu maliyet, kuşkusuz devletin döviz cinsinden yükümlülüklerinin yıl başından bu yana getirdiği ek maliyetlerle çok daha yükselmiş durumda. Ama bütçeye asgari 191 milyar TL’lik bir ek yükün bile ne denli önemli olduğunu, bunun, öngörülen 2022 Bütçesi açığının (278 milyar TL’nin) yüzde 69’una denk geldiğine bakarak da anlayabiliriz.

Bizim de daha önce bir TV Kanalında dile getirdiğimiz bir kur farkı hesabı vardı ve benzer bir “örtük faiz” oranına ulaşmaktaydı. Şöyle: Bir ülkenin parası enflasyon kadar (veya en çok işlem yaptığı ticari partnerleriyle olan enflasyon farkı kadar) değer kaybeder. 2021 sonu TÜFE oranı yüzde 30’a yakın çıkacak. 2022’de bunun iyimser bir tahminle yüzde 40 olacağını (ki Economist 2022 ortası için yüzde 50 tahminini verdi) ve ABD ile AB’de 2022’de yıllık  ortalama enflasyonun yüzde 5 olacağını varsayarsak, TL’nin yüzde 35 değer kaybetmesi beklenir. Eğer böyle olursa, dolar ve Avro ile TL arasındaki parite korunmuş olacaktır. Bu hesaba göre, TL eğer dolara karşı yüzde 35’ten daha az değer yitirirse kıymetlenmiş, tersi durumda da reel değeri düşmüş olacaktır.

Yüzde 35’lik enflasyon farkını ve TCMB’nin yüzde 14’lük politika faizini esas aldığımızda, Hazine’nin üstleneceği kur farkının (35-14=) yüzde 21 olması beklenir. Başka deyişle “kur korumalı mevduat”ın getirisi faiz artı kur farkı toplamı olarak yüzde 35 olacaktır. Bu da faizlerin yüzde 35’e çıkarılmasına benzer; örtük faiz denilmesinin bir nedeni de budur. Kuşkusuz faizleri doğrudan arttırmaya kıyasla bu dövize endekslenmiş mevduat yönteminin farklı etkileri olacaktır.

Kaldı ki, açık ekonomi koşullarında milli parayı korumanın tek aracı olan faiz silahı zamanında doğru olarak kullanılsaydı ne faizler ne kurlar ne de enflasyon bugünkü düzeylerinde olurdu. Ayrıca ne Hazine’ye ek yükler bindirilir ne de gelir/servet dağılımı üzerinde bu denli bozucu etkiler yaratılırdı.

Faizleri şuursuzca indirmenin yol açtığı kontrolsüz bir kur artışını dizginleyebilmek için girişilen bir operasyon, sonuçta kurlar üzerinde geçici bir baskılama oluşturmasına rağmen, hala başlangıçtaki kur düzeyinin yüzde 40 üzerinde kalınmasını engelleyemediği gibi yeni döviz krizi potansiyelleri savuşturulabilmiş değildir.

Bununla birlikte, Türkiye’nin artık AKP’nin son dönemdeki faiz politikalarını tersine çevirip IMF’nin geleneksel reçetesi çerçevesinde enflasyon hedeflemesi politikasıyla yani politika faizlerini enflasyon üzerinde tutarak gidebileceği fazla bir yol da bulunmamaktadır. Neoliberal düzenleme rejiminin dışına çıkmayı yani sermaye düzeniyle hesaplaşmayı göze almadan herhangi bir çözüm olanağı da bulunmamaktadır.

Not: Devrimci dayanışmada yeni mesafeler kat etmek umuduyla tüm Sol Gazete okurlarının yeni yılını kutluyorum.