Türkiye’de emekçi sınıflarının çıkarlarını sermayeninkilerle eşleştirmemiz mümkün değil. Bunu ayrıştırmamız için yöntem olarak sosyalist bir Türkiye bu durumda nasıl davranırdı diye sormamız gerekiyor.

Doğu Akdeniz’deki gerilime nasıl yaklaşmalı?

Bundan 9 ay kadar önce bu köşede Doğu Akdeniz’de çatışma riski yükseliyor mu, diye yazmıştık.

Şimdi ise ulusal donanmaların birbirini tehdit ettiği bir aşamaya geldik. NATO; Türk ve Yunan donanmalarının bir çatışma riskini azaltmak için toplantı önerdi. Gerilim öyle bir aşamaya geldi ki, Fransa uçak gemisini birçok denizaltı ve savaş gemisiyle birlikte Doğu Akdeniz’e yolladı. Yani neredeyse bütün Fransız donanması bölgeye gelmiş oldu. 

Bu gerilim ve savaş riski nereden doğuyor?

Doğu Akdeniz, özellikle Süveyş Kanalı’nın inşası ve Akdeniz’in Hint Okyanusu ile bağlanmasından sonra emperyalist dünya için başlıca jeostratejik bir coğrafya haline gelmişti. Halen dünya ticaretinin üçte birinin buradan geçtiği bölge önemini koruyor.

Ancak bu önemi son 20 yıl içinde Akdeniz’de keşfedilen başta doğalgaz olmak üzere hidrokarbon kaynakları çok daha artırmış gözüküyor. Bu keşfe bağlı bir kaynak paylaşımı ve bunun ötesinde hegemonya inşası mücadelesi sürdüğünü daha önce yazmıştık.

Keşfedilen kaynakların miktarı 2 trilyon m3 kadar ama bunun yeni keşiflerle 10 trilyon m3’e kadar çıkması umuluyor. Aşağıdaki haritada çizgili olarak gösterilen bölge bugüne kadar doğalgaz bulunan Kıbrıs ile Mısır arasındaki rezerv alanına işaret ediyor.

Harita şimdiye kadar doğalgaz bulunan alanlar ile bu gazı Yunanistan ve İtalya üzerinden Avrupa’ya taşıyacağı düşünülen boru hattını gösteriyor.

2003 yılından itibaren Rumların ağırlıklı olarak yönetimde bulunduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ön almasıyla Mısır ve İsrail ile kıta sahanlığına dayanan anlaşmalar imzalandı. Sonrasında doğal gaz çıkarma hakkı birçok anlaşmayla enerji tekellerine dağıtıldı. Noble Enerji (ABD), Total (Fransa), ENI (İtalya), Kongas (Kore), Shell (İngiliz) vb..

Bu anlaşmalar çıkarılan gazın taşınması ve güvenliğini de içeriyordu. Gazdan pay alan tekellerin, Fransa gibi devletlerine askeri üsler ve ayrıcalıklar verilmeye başlandı.

Bu paylaşıma zaten emperyalist bir müdahale ile çok zor bir konuma itilmiş, ancak Akdeniz’de kıyısı olan Suriye ve Lübnan eklenmek istenmedi.

Türkiye ise anlaşmalara dahil olamadı, çünkü anlaşmaların odağındaki Kıbrıs Cumhuriyeti’ni resmi olarak tanımıyordu.

Yukarıdaki haritada görülen Doğu Akdeniz gazını Avrupa’ya taşıyacak boru hattı ise Kıbrıs, Yunanistan ve İsrail arasında bu yılın başlarında imzalanan bir anlaşmayla karar altına alındı.

Buraya kadar Batı emperyalizmi içinde tekellere ve onların devletlerine yeterince pay verilmiş gözüküyordu, tatlıya bağlanan süreç yeni kuyuların açılması ve muhtemel rezerv alanların bulunması ile ilerleyecekti.

Ama emperyalizm dünyasında hiçbir zaman işler yağdan kıl çeker gibi yolunda gitmez. 

Türkiye sermaye sınıfı emperyalist sisteme entegre olurken bir sermaye birikimi yaşamış ve özellikle 2011’den sonra yurtdışına ihraç ettiği sermayeyi askeri olarak korumayı ve kendine hegemonya alanları yaratmak için daha hırçın bir siyaseti benimsemiş gözüküyordu.

Türkiye birkaç yoldan paylaşımda hak iddia etti.

Bunlardan biri dünyada henüz Türkiye dışında hiçbir ülkenin resmi olarak tanımadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kıta sahanlığı ve haklarına dayanarak Doğu Akdeniz’de sondaj yapabileceği alanları muhtemel rezerv bölgelerine doğru genişletti. 

İkincisi Kaş açıklarındaki Meis Adası’nın Yunanistan’ın iddia ettiği kıta sahanlığını kabul etmeyip sondaj alanını Kıbrıs ile Girit arasındaki düzleme kadar uzattı. Şimdi Oruç Reis’in sondaj yaptığı alan burası ve aşağıdaki haritadan izlenebilir.

Haritada Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs ile çakışan hegemonya alanları görülüyor.

Üçüncüsü, Libya’nın batısındaki hükümetle olan ikili anlaşmalar çerçevesinde Libya ile Türkiye arasında bir deniz sınır anlaşması imzaladı. Böylece Avrupa’ya doğu Akdeniz gazını taşıyacak boru hattının bir noktada kendi sınırları içinden geçeceğini ilan etti.

Sonuçta Türkiye sermayesi askeri güce de dayanan bir yeniden paylaşımı dayattı. Şimdi yaşanan bu askerileşme ve savaş riski böyle doğmuş oldu.

Biz bir kez aslında emekçilere faydası olmayan ve tekeller arasında yaşanan paylaşım savaşına kendi açımızdan bakalım:

Hem Yunanistan’da hem Türkiye’de aslında işler iyi gitmiyor, her iki ekonomi de farklı boyutları da olsa pandemiye bağlı olarak çok kırılgan bir hale geldiler. Sermayenin kârları uğruna emekçiler hastalık ve ölümle baş başa bırakılırken, ekonomileri çökme riskiyle karşı karşıya.

Bu durumda yöneticilerin dikkati yurtdışındaki gerilimlere çekmesinin bir iç siyaset manevrası olduğunu iyi biliyoruz.

Ancak gerçeğin tümünü bununla açıklamak mümkün değil.

Türkiye sermayesinin yurtdışında hegemonya alanı yaratma hırsı oldukça belirleyici gözüküyor.

Öte yandan Batı emperyalizmi her iki tarafa da silah satıyor, bir yandan da kesin çöküşle sonlanacak ve kendilerini de kuyuya çekecek bir savaşı engellemeye çalışıyor. Ancak önlerine daha çok müdahale edebilecekleri ve gerekirse kullanabilecekleri kartlar açılıyor.

Türkiye’de emekçi sınıflarının çıkarlarını sermayeninkilerle eşleştirmemiz mümkün değil. Bunu ayrıştırmamız için yöntem olarak sosyalist bir Türkiye bu durumda nasıl davranırdı diye sormamız gerekiyor. Örneğin, sosyalist bir Türkiye kapitalist Yunanistan’a bağlı adaların 12 mil kıta sahanlığını kabul etmezdi, ama Kıbrıs’taki işgali de sürdürmezdi veya Libya’da Müslüman Kardeşler hükümetiyle ikili anlaşmalar yapmazdı.

Ve en nihayet sermayenin egemenliğinde ulusal devletlerin bu akılsız gerilimlere yol açtığını biliyoruz. Akdeniz’de bu akılsızlığın aşılması ve kaynakların adil biçimde kullanılması için sosyalizme ihtiyacı var.