Sermaye egemen bir düzenin, özellikle de komprador özelliği başat olan bir sermaye düzeninin, bu tür bir olasılığa fırsat vermek istemeyeceği çok açıktır.

Bağımsız kalkınma mümkün mü?

Dikkat edilirse başlıktaki soruyu “bağımsız ekonomi” diye sormadık. Çünkü bugünkü dünyada mutlak anlamda bir bağımsızlığa, ülke birimlerinin dünyadan yalıtlanarak kendi dünyalarına kapanmaya olanak sağlayacak bir ortam yok. Karşılıklı etkileşmeler belirli bağımlılıklar oluşturuyor; bu, dünya hegemon güçleri ABD ve Çin için de geçerli. Ama bu ilişkilerin doğurduğu karşılıklı göreli bağımlılıkların çok farklı ölçek ve niteliklerde gerçekleşebildiğini ve sanayileşmede belirli bir eşiğini altında kalan çevre ülkelere doğru ilerledikçe ekonomik/mali ve hatta buradan yansıyan etkilerle askeri ve siyasi bağımlılıkların belirleyici olduğu geniş bir ülkeler coğrafyasına ulaşıldığını görmekteyiz.

Bu nedenle sorumuzu “bağımsız kalkınma mümkün mü?” biçiminde oluşturduk. Gerçi bu da görece bağımsız bir kalkınma modeli olacaktır ama, “bağımlı” bir ekonomi içinden bile görece bağımsız bir kalkınma patikasına geçilebilmesinin mümkün olmasını içeriyor olması bakımından dikkate değer bir sorudur. II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin kendini dünyaya hegemon güç olarak dayattığı, başka deyişle sadece askeri güç olarak değil ekonomik güç olarak da ülkelerin izleyeceği ekonomik programları ve yeni sermaye düzeninin kurallarını dünya ölçeğinde belirleyebildiği bir dönemde bile görece bağımsız kalkınma girişimleri denenmiş ve bazıları başarılı olmuştur. Burada bir sosyalist devrimle kurulan Çin, K. Kore ve Küba’nın izlediği yolu ayrı tutmak gerekir. 1917’den itibaren bir sosyalist sistemin kuruculuğunu sahiplenen Sovyetler Birliği de zaten 1990’a kadar hem bağımsız ekonomi modelinin hem de bağımsız kalkınma yolunun en önemli örneğiydi. Bu örnekler dışında, çeşitli bağımlılık ilişkilerine rağmen Hindistan, G. Kore gibi doğrudan kapitalist sistem içinden bazı ülkeler, neoliberal reçetenin bağımlılık ilişkileri oluşturan çerçevesini zorlayarak daha bağımsız bir patikada ilerlemeyi, sanayileşmede ve teknoloji geliştirmede daha fazla yol alabilmeyi başardılar.

Türkiye bu örneklerden daha erken bir dönemde, Sovyetler Birliği’nin sanayileşme atılımını farklı bir yoldan -kapitalizm içinden- izleyerek, 1930’larda bağımsız ve planlı bir sanayileşme ve kalkınma modelinin yaratıcısı olabilmişti. 1930’lardaki dış fırsat, İngiltere’nin hegemon güç niteliğini yitirdiği bir dönemde, ABD’nin de henüz hegemon adayı düzeyinde kalmasıydı. Başka deyişle, bir hegemonya boşluğu vardı. ABD’nin, önce Sovyetler Birliği’nin ardından da Batı Avrupa ülkelerinin Almanya’ya direnirken üretici güçlerini tüketme noktasına kadar zayıflamalarını bekledikten sonra çok gecikmiş olarak savaşa dahil olmasındaki hesabı da zaten buydu: Savaş sonrasının tartışmasız hegemon lideri olmak. 1930’lardaki boşluğu ise Atatürk Türkiye’si ve bazı Latin Amerika ülkeleri fırsata çevirmeyi bilmişlerdi. Gerçi, ne yazık ki, Savaş sonrasında ABD Türkiye’yi hızla kendi ideolojik-askeri çemberi içine alarak bağımsız ekonomik politikalar ve diplomatik ilişkiler geliştirmesinin önünü tıkayacaktır. Türkiye hâkim sınıflarının ve siyasi kadrolarının ufku bağımsız bir kalkınma modelini taşıyamayacaktır. 1961 sonrasında girilen ve görece bağımsız bir kalkınma dinamiğine oturan yeni planlı dönemin ömrü çok uzun olamayacaktır. 1980’lerde, 1990’larda ve 2000’lerde mali ve iktisadi emperyalizm rota çizme konusunda Türkiye’yi “başıboş” bırakmayacaklardır.

Peki şimdi 1930’lar örneği üzerinden yola çıkarak şu soruyu sorabilir miyiz? Bugünlerde 1930’lara benzer bir uluslararası fırsat oluşmuş mudur veya oluşmakta mıdır? Çoktandır ABD hegemonyasının zayıfladığı bir döneme girildiğini biliyoruz; ancak bugünkü ABD’yi 1930’ların İngiltere’si ile karşılaştırmak henüz mümkün değildir. Bununla birlikte iki kutuplu bir dünyanın oluşmakta oluşunu bir fırsata çevirmek olanaksız değildir. Türkiye, coğrafi-stratejik, demografik, ekonomik ve askeri olarak önemli bir ülkedir. Bu fırsatları, RTE gibi kendi iktidarını korumak uğruna teslimiyetçilik sarkacına bağlı olarak kullanmaktan söz etmiyorum. Eğer güçlü bir halk desteğine ve bağımsız bir kalkınma modeli inşası konusunda güçlü bir siyasi iradeye sahipseniz, emperyalizmin müdahalelerinin boşa çıkarılabileceğinden bahsediyorum.

Bu tabii yeni bir sınıfsal güç dengesinin yaratılmasına bağlı olacaktır. Sermaye egemen bir düzenin, özellikle de komprador özelliği başat olan bir sermaye düzeninin, bu tür bir olasılığa fırsat vermek istemeyeceği çok açıktır. Bugünkü sermaye sınıfının 1930’ların görece güçsüz ve edilgen sermaye sınıfıyla karşılaştırılabilir olmadığını da hesaba katmak gerekir. Bugünün CHP kadroları da zaten 1930’lar CHP’sinin bağımsızlık ülküsüne sahip kadrolarıyla aynı yerde durmamaktadır. Kaldı ki CHP neoliberal politikalara karşı hafif eleştirel bir tavır takınmış olsaydı bile, açık sağ siyasetlerden gelen muhalefet ittifakının diğer ortakları da onun eteklerinden çekeceklerdi.

O halde tekrarlamaktan usanmayalım: Emperyalist odaklardan bağımsız bir iktisat politikasının savunucusu ve taşıyıcısı olabilecek tek güç olarak sosyalist sol vardır. Bu nedenle de sosyalist solun üzerine düşen tarihi görevler ve sorumluluklar büyümüştür. Bu görevlerden kaçınılamaz. Bu nedenle de iktidar hedefiyle örgütlenme mücadelesinin yeni bir eşiğe taşınmasının tarihi fırsat ve sorumlulukları kapımızdadır.