Halit Çelenk 142’lik!

 

“seferberlik deyince ben

42lik top anlarım

42lik top patlasa

anlar anlar ne anlarım

görmedim ki seferberlik!

142lik öyle değil

142lik deyince ben

Mussolini hitler mitler

Ağazade beyzade

Sömürü kapkaç soygun

Ve keloğlan anlarım”[1]

1988’in 26 Ekim gece yarısı Halit Çelenk’in kapısı çalındı. Ankara Emniyet Müdürlüğü Birinci şube başkomiseri ve Ankara’da Derin Araştırma Laboratuvarı (DAL) adlı işkencehanenin başında görevli olan İbrahim Dedeoğlu ve birinci şube polisleri evimizi bastılar. Yetmişine merdiven dayamış avukatı, bir yazısından dolayı komünizm propagandası yaptığı yani 142. Maddeyi ihlal ettiği savıyla “yakalama emri” ile DAL’a götürdüler.

Ülkemizde, 1936’dan 1990'lara dek, ilerici, demokrat, sosyalist ve komünistlerin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duran, onlarca sosyalist, komünist örgütün kapatılmasına, binlerce devrimcinin yaşamının sönmesine neden olan, ülkedeki sömürü düzeninin korunması amacıyla faşist İtalyan yasalarından Türk Ceza Kanunu’na aktarılan ünlü 141-142. Maddelerle ilgili davalarda kırk yılı aşkın savunmanlık yapmış, üstüne üstlük bu maddeler üzerine bir kitap ve birçok yazı yazmış bir avukata 142. Maddeden dava açılması ve yaka paça işkencehaneye götürülüp sorgulanması bir ilkti.

Olaya konu olan aşağıdaki yazı yirmi bir yıl önce yazılmıştır.

Buna karşın, hukuk ve demokrasi sınıfsal bağlamları içinde tartışılmakta, dün bugüne, bugün de geleceğe bağlanmaktadır; ayrıca günümüzde tartışılagelen yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ve benzeri konular da yerli yerine oturmaktadır. Dolayısıyla “güncel” olduğunu düşünüyor, iyi okumalar diliyorum.

'HUKUK AÇISINDAN DEMOKRASİ'

Demokrasiye hukuk açısından bakarken önce çağdaş hukuk anlayışına kısa bir göz atmakta yarar görüyoruz. Çağdaş hukuk en yalın bir tanımlama ile “insan haklarına dayalı hukuk”tur.

İnsan haklarına dayalı hukuk; düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı, kişinin beden dokunulmazlığı, işkence yasağı, özel yaşamın gizliliği, savunma hakkı, konut dokunulmazlığı, seyahat özgürlüğü, basın özgürlüğü, yaşam hakkı, sansür yasağı vb. Hakları güvence altına alan bir hukuk anlayışıdır. Bu hukuk anlayışının hedefi, insanın mutluluğu, toplumun mutluluğu, işçi ve emekçi halk yığınlarının mutluluğudur.

Tarih buyunca verilen insan hakları mücadelesinin temelinde “emeğin karşılığını alma” savaşımı vardır. Tarihin belli bir döneminde burjuvazi, bu hakları kendi sınıfsal çıkarları için kullandı. Egemenliğini kurduktan sonra da bu hakları özünden soyutlayarak bir kenara itti. Ama tarihe baktığımız zaman “insan hakları”nın kendi niteliğinden hiç bir şey yitirmediğini görmemek mümkün değildir.

İnsan haklarına dayalı bu hukuk anlayışına karşı, yine “Hukuk” adı verilegelen, siyasal iktidarların işçi ve emekçi halk yığınları üzerinde baskı ve sömürü sistemini güvence altına alan bir “yasalar yığını” vardır. Bu yasalar yığınına “Hukuk” adını vermek  Hukukun temelini oluşturan hak kavramı ile bağdaştırılamaz. İnsan Hakları’na saygıdan yoksun bir yasalar yığınına “Hukuk” denemez.

İşte demokrasiye böyle bir hukuk anlayışı açısından bakmak yerinde olacaktır. Demokrasi sözcüğü, Latince kökenine göre “Halkın iktidarı” anlamına gelmekte ve halkın halk tarafından yönetilmesi biçiminde de tanımlanmaktadır. Ama bir çok ülkede egemen sınıflar, demokrasi adı altında faşizmi, çeşitli baskı yöntemlerini uygulayagelmişler, “halkın iktidarı” yerini “egemenlerin iktidarı”na terk etmiştir.

Bugün ülkemizde de demokrasi adı altında bir baskı rejimi hüküm sürmektedir. Dışa bağımlı, işbirlikçi, tekelci burjuvazi, kendi dikta rejimini kurmuş ve uygulamaktadır. Demokrasinin temeli olan insan hakları en kaba yöntemlerle çiğnenmektedir.

Demokrasinin vazgeçilmez koşullarından olan düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hiçe sayılmaktadır. İnsanlar, salt düşünce ve örgütlenme haklarını kullanmak istemeleri nedeniyle DGM’lerde tutuklu olarak ölüm cezası istemiyle yargılanmaktadırlar. 12 Eylül döneminde düşüncesini toplu halde açıklama suçundan, 141-142. Maddelere göre 70 bin kişi hakkında soruşturma açılmıştır. Bunlardan büyük bir bölümü yargılanmış ve cezalandırılmıştır. Düşünceleri nedeniyle 750 yıla varan hapis cezası hükümlüleri cezaevlerinde yatmaktadırlar.

1982 Anayasası ve Sendikalar Yasasıyla, Toplu Sizleşme, Grev ve Lokavt yasasıyla, grev ve toplu sözleşme hakları kısıtlanmış ve uygulanamaz hale gelmiştir. Yaşam hakkını ortadan kaldıran ölüm cezası yasalarımızda varlığını sürdürmektedir. 1982 Anayasası bir tür yargısız ölüm cezasını kabul etmiştir (M.17) İnsan onurunu ve kişiliğini yok eden, kişiyi “ölüm cezası” ile “salıverilme” arasında bir “seçme”ye iterek ahlâk kurallarının dışına çıkmaya zorlayan Pişmanlık Yasası yürürlüğe konmuştur. Sıkıyönetim mahkemelerini sürekli hale getiren , Yargı bağımsızlığı ilkesine aykırı DGM’ler kurulmuştur. İşkence bir uygulama yöntemi olarak sürdürülmektedir. Kitaplar toplatılmakta, imha edilmektedir.

Bir yandan işkenceye Karşı Birleşmiş Milletler sözleşmesi siyasi iktidar tarafından onaylanmakta, TBMM’since de kabul edilerek Resmi Gazete’de yayınlanmakta, sözleşmenin işkenceli anlatımların suç kanıtı sayılamayacağına ilişkin hükümleri uygulanmamakta ve iki yüzlü bir politika izlenmektedir.

Hukuka ve insan haklarına ters düşen bu ve benzeri yasal düzenlemeler ve uygulamalar karşısında ülkemizde demokrasinin varlığından hatta bir demokratikleşme sürecine girilmiş olmasından söz etmek, burjuvazinin diktasını gözlerden gizlemeye çalışan aldatıcı bir tutum olmaktan öteye gidemez.


[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil, “142’lik”, “Kelepçemin karasında bir ak güvercin” içinde, Mart 1982, s. 170, Bilgi Yayınevi, Ankara