Bitmek bilmeyen kin; SSCB ve Stalin düşmanlığı

Burjuvazinin sınıf bilinci, belli koşullar ve belli dönemler dışında, hep emekçi sınıflardan daha ileri olmuştur. Egemen sınıf dostunu düşmanını bizden daha iyi tanır ve onunla daha iyi mücadele eder.

Bu açıdan bakıldığında, dünya tarihinde yetmiş yılı aşkın varlığını sürdüren ve Avrupa’da dolaşan “hayalet”in ete kemiğe bürünmesi anlamına gelen 1917 Ekim Devrimi’ne karşı burjuvazinin beslediği büyük korku ve kini anlamak zor değildir. Bu kin ve nefretin, Lenin’in erken ölümü nedeniyle sosyalist toplumun kuruluşunu üstlenip sürdüren ve İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenen Sovyet halkının Kızıl Ordusunun başkomutanı Stalin’in şahsında cisimleştiğini görmekteyiz.

Emperyalist kapitalist sistem, 1917 Devrimine karşı Rus devrim düşmanı sınıfların yürüttükleri iç savaşı her yönden destekledi. İkinci Dünya Savaşı boyunca, Almanya’ya karşı SSCB ile birlikte savaşan ABD ve İngiltere, savaş boyunca Hitler’in Sovyet rejimini yıkacağı beklentisi içinde oldu. O nedenle, emperyalist müttefikler Kızıl Ordu’ yu rahatlatacak, kayıplarını azaltacak İkinci Cephe’ yi[1] açmak için neredeyse savaşın sonuna dek beklediler; Stalin’in müttefiklerden istediği silah ve malzeme hep yetersiz kaldı ve geç ulaştı.

Tüm olumsuz koşullara ve an az 25 milyon Sovyet insanının kaybedilmesine karşın SSCB’nin Hitler faşizmini yenmesiyle birlikte Avrupa’da yükselen komünizm “tehlikesi” karşısında telaşa kapılan ABD liderliğindeki sermaye sınıfları, Almanya’yı ve Avrupa’yı askeri ve mali açıdan desteklediler ve sistemin en güçlü askeri kuruluşunu, NATO’yu kurdular.

Emperyalizm açısından, askeri ve mali çabaların yetersiz kalacağı, ideolojik alandaki girişimlerle desteklenmesi gerektiği ortadaydı. Savaş sonrasında Sovyet sosyalizmine ve liderine dair büyük karalama kampanyaları hızla başladı ve sürdü. ABD’de Mc Carthy dönemiyle başlayan uygulamalarla SSCB dostu aydınlar ve sanatçılar susturuldu, işlerinden edildi, açlıkla terbiye edilmeye çalışıldılar; öte yandan,  CIA denetimindeki “kültür” kuruluşlarının çabalarıyla sosyalist ülkelerden ABD’ye getirilen ve prestij ve para yoluyla satın alınarak taraf değiştiren aydınlar, sanatçılar, yazarlar anti Sovyetizm- anti komünizm için tepe tepe kullanıldılar.

SSCB dağıldığı halde bu girişimlerin sona ermemesinin anlaşılır bir yanı vardır. Emeğin gelecekteki yeni bir başkaldırısıyla kendi varlığına son verilebileceği gerçeğini hiçbir zaman gözardı etmeyen burjuvazi deyim yerindeyse gardını indirmedi.

Türkiye egemen sınıfları da, benzer bir biçimde, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, anti komünizmi hiç gündemlerinden düşürmediler. TCK’nun 141-142. Maddeleri kullanılarak demokrat, sosyalist, komünist örgüt ve kişiler üzerinde büyük baskılar uygulandı. TCK 163. Madde ile kaldırılan 141-142. Maddelerin yerine ikame edilen Terörle Mücadele Yasası ile bu baskılar günümüzde de sürmekte.  Ne var ki, ülkemizde de burjuvazinin mücadelesi hukuk alanıyla sınırlı değil. İdeolojik alanda düzenin bu konudaki en büyük yardımcısı, kendini solda tanımlayan  ve diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Stalin’i günah keçisi seçerek anti komünizm yapan liberal bir “aydın” kesim oldu.

İnsanların yaşamlarının gittikçe zorlaştığı günümüz koşullarında da bu kişilerin anti komünizmi yeşertip yükselttiklerine tanıklık etmekteyiz.  İçlerinde bazı “sol” gazeteler de dahil olmak üzere, Stalin ve Stalin’li günler üzerinden AKP “eleştirisi”, SSCB devrim yasalarının eleştirisi üzerinden AKP “eleştirisi”, SSCB’ye iltica edip de hapsedildikleri iddia edilen bazı kişiler üzerinden totaliterlik ve AKP “eleştirisi” gırla gidiyor.  Abidin Dino yapıtlarındaki imzada, SSCB’den yollanan pulların üzerindeki Lenin resimlerinde komünizm propagandası bulan bir hukuk sisteminde, liberallerin bu yalakalığının anormal bir yanı yok.

Buna karşın, Cumhuriyet yazarlarının tutuklanmasına karşı yazıldığı iddia edilen bir yazıda komünizm düşmanlığı yapılması ve ünlü Sovyet sanatçısı Şostakoviç’in bu amaçla kullanılmaya çalışılması, yakışıksız olmasının yanısıra en hafif tabirle etik dışı.

Şostakoviç, önemli bir Sovyet bestecisi. En büyük özelliklerinden birisi, emperyalist sistemin boyun eğdirip “Batı’ya sığınmaya” razı edemediği bir Sovyet sanatçısı olması.  Ülkesini ve doğduğu kent olan Leningrad’ı çok seven bir sanatçı. Eserlerini Sovyet halkı ve onların yaşamlarını esas alarak oluşturduğunu yazıyor anılarında.  Dört bölüm olarak tasarladığı 5. Senfoni Lenin’e adanmıştır.  12. Senfoni Ekim Devrimine adanmıştır. Yazılma öyküsü çok anlamlı olan Yedinci Senfoni Leningrad’a adanmıştır. Kent Alman ordusunun ağır bombardımanı altındadır. Şostakoviç Leningrad Konservatuarı’nda çalışmaktadır. “Stalin Yoldaş’ın halkın gönüllü birlikleri üzerine yaptığı konuşmadan sonra” Kızıl Ordu’ya katılmak ister ama yaptığı üç başvuru da reddedilir. Yetkililer etkinliklerini müzikle sınırlamasını tavsiye ederler. Ciddi tartışmalar yaşanır. Sonunda kenti terketmesi söylenir ama gitmez. Ve “gönüllü bir itfaiyeci” olarak Konservatuarın çatısında nöbet tutarken Yedinci Senfoni’yi yazmaya başlar!  O günleri şöyle anlatır:

“Gece gündüz çalıştım. Çalışırken top ve başka silahların seslerini duyabiliyordum. Yine de yazmaya ara vermedim. … Yedinci Senfoni kavgamıza ve yaklaşan ufkumuza ilişkin yazılmış bir şiirdir… Nazizme karşı yürüttüğümüz savaş, bütün savaşların en haklı olanıdır. Ülkemizin özgürlüğü, onuru ve bağımsızlığını savunuyoruz. İnsanlık tarihindeki en büyük idealler için kavga ediyoruz. Ve hiçbir Sovyet sanatçı, akıl ve akıl düşmanlığının, kültür ve barbarlığın, aydınlık ve karanlığın, ölümcül bir kavgaya tutuştuğu sırada asla buna seyirci kalamaz”.

1956 yılında, kendisinin SSCB’de “yaratma özgürlüğüne sahip olmadığı”nı iddia eden bir New York Times eleştirmenine verdiği yanıt ilginçtir. Şostakoviç, öncelikle “Şostakoviç küçük bir özgürlüğü hak etti “ başlıklı yazının başlığına itiraz eder. “Eğer hak ettiysem” der, “bu neden küçük bir özgürlük olsun?.. Sovyetler Birliği’nde bizler tam bir özgürlüğe alışkınız. Bu tür bir eksiksiz özgürlüğü ‘kazanmamış’ olmam olası mıdır?.. Biz Sovyet müzisyenler, yaratıcı sanatımız için emekçi halk tarafından kazanılmış tinsel özgürlüğün değerini derinlemesine biliriz. Onun verdiği kavganın ne kadar ağır bir bedeli olduğunun çok iyi bilincindeyiz. Beste yaptığımız halka karşı böylesine büyük bir sorumluluk duymamızın nedeni de budur” diye yazar. Şostakoviç’e göre, Sovyet bestecilerinin eserlerinin Batı’da “politik önyargılardan bağımsız” karşılanmasının, anti-Sovyet ölçülerle değerlendirilmesine son verilmesinin zamanı gelmiştir. Sovyet müziğinin gücü gerçekçiliğinde ve ideolojisinde yatmaktadır ve Sovyet müziği Marksist Leninist estetik ilkelere sıkı sıkıya bağlıdır.

“İnsanlığın ileri doğru her adımında, müzisyenler, bayrağı taşıyanlarla birlikte, en ön saflardadır. Onlar yiğit savaşçılara güç verir ve zayıf, kararsız olanları cesaretlendirir. Ortaçağ feodal toplumu Marseillaise’in yükselen ritmiyle yıkıldı; Enternasyonal’in güçlü tınısı da, kapitalist baskının zincirlerini kırıyor. Fransız Devrimi çağı, Beethoven ve Chopin’in büyük müziğine yol açtı. Sınıfsız bir toplum, yeni bir toplumsal yapı, özgür, güçlü ve akılcı insan için verilen kavga kendi benzersiz eserlerini yaratıyor. Bu müzik, iyiyle kötü arasındaki kavganın derinliğini ve boyutunu, iyilik ve güzelliğin utkusunu yansıtıyor “ diye yazar.

İngiltere’de bir malikânede ağırlandığında, kapitalist sistemden nasıl tiksindiğini ve bu evi Besteciler Evi’ne dönüştürmenin nasıl güzel olacağını düşündüğünü anlatır.  

Sanatçının bunları yazdığı tarihte ünlü 20. Kongre çoktan yapılmıştır ve Stalin hayatta değildir!

Şostakoviç’in parti üyesi olduğunu söylemeden de geçmeyelim.

Şostakoviç, düşünceleri ve eserleri konusunda doğru bilgi edinmek isteyenlerin, iç ve dış piyasadaki “anı” ve benzeri kitaplar yerine, Kemal Okuyan’ın ufuk açıcı, anlamlı önsözünün yer aldığı, sanatçının kendi kaleminden çıkan “Bir Sovyet Sanatçısı Olarak Tanıklığım” adlı kitabı okumalarını öneririm.

Sovyetler Birliği ve onun liderleri, geri bir toplumda, kapitalizmin her açıdan muhasarası ve saldırısı altında bir ilki gerçekleştirmişler, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum hayalini gerçeğe dönüştürerek on yıllarca sürdürmeyi başarmışlardır.

Burjuva sınıfının yandaş ve yalakalarının görmediği, görmek ve göstermek istemediği bir çok kazanım ve zaferi vardır devrimin.

İnsanlık, yeni bir devrim için ayağa kalktığında, devrimin başarılarından ve kaçınılmaz yanılgılarından ders çıkaracak ve daha iyisini, daha güzelini yapacaktır.  Ve emperyalizmin ideolojik savaş araçlarını kullanarak antikomünizm yapan, böylelikle burjuvazinin sömürü düzenini ayakta tutmasına destek olan ve emekçilerin düzenin çarkları arasında ezilmesine yardımcı olan liberallere rağmen bunu başaracaktır.

Stalin ve SSCB üzerinden totaliterlik, otoriterlik vs. eleştirisi yapmak isteyenlere, Endonezya’da, CIA desteğiyle gerçekleşen ve milyonlarca komünist partisi üyesinin, sempatizanın ve halkın vahşice öldürülmesiyle sonuçlanan büyük katliamı yapan, 32 yıl iktidarda kalan Suharto’yu, Şili’de binlerce insanı katleden ve kaybeden, halkın oylarıyla seçilen Marksist başkan Allende’yi katleden CIA destekli asker diktatör Pinochet’yi, Kongo’nun Marksist başkanı Patrice Lumumba’yı Belçika devletinin yardımıyla katleden ve yıllarca iktidarı bırakmayıp cinayetlerini sürdüren diktatör Mobutu’yu, İspanya’nın Franco’sunu, Portekiz’in Salazar’ını, Küba’nın Batistası’nı, Vietnam’ın Diem’ini anımsatalım.

Ve Thomas Mann’ın o anlamlı sözünü;

“Antikomünizm 20 yüzyılın temel budalalığıdır”.

[1] SSCB’nin talebine karşın ABD ve İngiltere, Avrupa’da ikinci bir cephe açmayı sürekli olarak ertelediler. Sonunda bu cephe 1944’de Normandiya’da açıldı ama bu tarihte Alman orduları SSCB tarafından –büyük savaş kayıplarına karşın-  büyük bir yenilgiye uğratılmıştı.