1978, Cengiz Türüdü ve bugün biz

Artık geriye dönüp bakabiliriz. Ceset soğudu ve hatta çoktan toprak oldu: 12 Eylül’den nasıl bir insan tipi miras kaldı? Bu sorunun pek bir yanıtı yok. Zaten soran da yok.

Belki de iki tip kaldı: Biri Haziran İsyanı’nı, biri de AKP’nin şu ya da bu biçimde havasına uyan kitleyi temsil ediyor. Gerçekten de iki ana öbek olarak böyle bir “cepheleme” düşünülebilir.

Burada mesele şu: 12 Eylül’de yerle bir edilen devrimci genç kuşak, kabaca 1954-1962 doğumlular diyelim, bir yenilginin konusu ve kahramanıdır. Tamam. Tamam da, bu yenik kuşağa takılı kalmak gerekiyor mu? Yoksa 1938-1947 doğumlular mı büyük yükselişin ve düşüşün asılı kahramanlarıdır?

Galiba ışığı bugünkü birikimimizin ışığında 1940’lar ve 1950’lerde yetişen insanların, cumhuriyetin ilk kuşakları, yani cumhuriyet rejimine 1920’lerde doğanlar üzerine tutmak gerekecektir. Özellikle de öğretmenlerin üzerine...

Böyle bir kuşak ve etkinlik biçimleri üzerinde durulduğu söylenemez; yeterince işlendikleri hiç söylenemez. 12 Mart’ın hedefi “47’iler” (Füruzan) o kadar romanesk, asıl büyük darbeyi alan “57’liler” (yani 1954-1962 doğumlular) o kadar somut ve gerçektiler ki, geriye bakma ihtiyacı duyulmadı. Oysa 47’liler ve 57’lilerden hareketle geriye bakmak, cumhuriyetle doğanları irdelemek yeni kapılar açabilirdi. Babalardan oğullara değil, oğullar ve kızlardan anne ve babalara gitmek zorundaydık...

Cengiz Türüdü’nün öyküsü, öykümüz, biraz da bu yolun ucudur.

Bunu özellikle Orhan Gökdemir’in önceki yıl yayımlanan kitabı “Fena Çocuklar Zamanı”ndaki Cengiz bölümünden (“Cengiz Unutmaz!”) sonra söylemek kolay. Cengiz’in aklı ve öfkesinin uzun bir süredir Türk liberal bayağılığının kalesinde esir olduğunu düşünme hakkımız var. Buna ileride döneriz.

Gelmek istediğim yer başka.

Aklımda kalan bir sahne.

Hep o sahne: Cengiz’le ben, Ankara SBF’nin Büyük Amfi’ye açılan koridorundayız. Dergilerimizi satıyoruz ya... 1978 yılı olmalı. Belki de 1979’dur. Geçmiş zaman, 19-20 yaşlarında iki çocuğuz aslında. Çevremizde toplanan gencecik devrimcilerin veya sempatizan öğrencilerin ortasında iki şeyin kıyasıya kavgasını veriyoruz. Türkiye’de bir iç sömürge olup olmadığı ve burjuva devriminin yaşanıp yaşanmadığını tartışıyoruz... Cengiz, ülkenin doğusunda bir sömürge bulunduğunu ileri süren tezlere yakın, ben Türkiye’nin bir bütün olarak emperyalizmin yeni sömürgesi olduğunu, kurtuluşun sosyalist devrimle geleceğini söylüyorum. Israrla bir Türk-Kürt ortaklığıyla ve sosyalizmle bu bataklıktan çıkabileceğimizi savunuyorum. Cengiz’in buna bir itirazı yok aslında, “KSD”den dökülenler pek aklına yatmıyor da olabilir, ama yine de burjuva devrimi tamamlanmadığı için sosyalizme geçişin, sosyalist devrimin hemen mümkün olamayacağını düşünüyor. Bense sosyalizm dışındaki tüm arayışların sağcı olduğunu iddia ediyorum.

Çocuğuz ya, o zamanlar “belki, bir umut” diye baktığımız Behice Boran’ın çoktan sosyalist devrimden yüz geri ettiğini ve 1970’lerdeki “ilerlemeci” tezler rüzgârıyla “demokrasi cephesine” kapıları açtığını, Yalçın Küçük ve genç arkadaşlarının bulunduğu bir grubu partisinden atmayı siyaset sandığını falan fark edecek durumda değiliz. Nereden bileceğiz ki? Sokaklarda devrim rüzgârı egemen. Cengiz’in de “KSD”de neler olduğunu düşünecek, hesapları ciddiye alacak zamanı yok. Deli gibi okuyoruz. Ülkeyi kurtaracağız. Olumlu anlamında safız.

Sonuçta, iki çocuğuz. Oysa bu iki çocuk çok daha önce başlamış bir kavganın ara sonuçlarıydı. Öncelerine baktığımızda, ama geçmişten bugüne doğru değil, bugünden geçmişe baktığımızda, Georg Lukács’ı tersinden okuyarak söylersek, geçmişin üzerindeki örtüyü kaldırmak için önce bugünün üzerindeki örtüyü kaldırma hırsıyla hareket edersek, neler görürüz acaba? Nietzsche de, bir yerde “sadece şimdiki zamanın en yüksek gücüyle geçmiş olanları anlamlandırabileceğimizi” yazar.

Ne olursa olsun, Cengiz’den ve onunla 1978 veya 1979 yılında fikir çarpıştıran bu satırların yazarından (“57’liler”) daha önemli olan, bir önceki kuşak ve onların 1920’lerde doğan babalarıydı. Cengiz’in öğretmen babasıydı (Hasan Türüdü) yani. O devrimci demokrat kuşağa bakılmalıydı. Bu insanlar Türkiye’nin bir “Kutsal İsyan”ın çocuğu olduğunu düşünen, antiemperyalizmden vazgeçmeyen, kuzeydeki sosyalist deneyime düşmanlığa da pek yüz vermeyen bir kuşaktı. Artık son çocukları da aramızdan ayrılan Köy Enstitüleri kuşağı... “Memleket gerçekçilerinin” köy romanlarıyla varoluşçuluğun harman olduğu ve birlikte Türk edebiyatını ayağa kaldırdığı, Türkçenin ve cumhuriyet düşüncesinin, sadece gerçekçiler üzerinden değil, büyük ölçüde kaçak solcuların (“tatlısu solcularının”) dil becerileriyle de ve İkinci Yeni üzerinden kanatlandığı bir dönem. Sosyalizm düşüncesinin ilk cüretli kaynakları...

Böyle bir dönemin, genç cumhuriyet kuşağının, antikomünizm Türkiye’de her deliğe sızdırılır, Türk burjuvazisi elinde satır her ileri adımı boğazlamaya hazır bir kasap halinde beklerken, böyle bir dönemde yetişen devrimci kuşağın, sonrakilerden çok daha önemli olduğunu söyleyebilir miyiz?

Söyleyebiliriz. Bir denklemi bozmak istiyorsak, bazı ayakları reddetmek zorundayız. Hiç değilse bir süre için...

Hatta yorulmak bilmeyen Yalçın Küçük ve Korkut Boratav Hocalarımıza, onların “entelektüel şiddetine” bakarak, çok daha rahat söyleyebiliriz:  Cengiz’in öyküsünü, böyle bakabilenler anlatacaktır. Ömrü “sosyalist ve şair” olduğu için “Belge’li Birikim Gericiliği”nin kanatları altında oligarşiden özür dilemekle geçmiş bir şair ve yazarın, hadi adını da verelim, Sezai Sarıoğlu’nun özürnamesi (“Nar Taneleri-Gayriresmi Portreler”) değil, Orhan Gökdemir’in devrim kokan ve özür dilemeyi reddeden dik başlı satırlarından hareketle Cengiz’e ve geldiği yere bakarsak, bugünden yarına büyük bir sıçrama gerçekleştirebiliriz. Peki...

O zaman, şimdi Notabene Yayınları’ndan çıktığı duyurulan “İnziva Diyalogları”nı okuma zamanıdır. 1978’den beri tartıştığımız, pırıl pırıl bir kardeşimizle bulunduğumuz yerleri haritada yeniden görebilmek için.

Sosyalist devrimin şafağında böyle “konum atmalar” özellikle önemlidir. Bu ifade, devrimin güncelliğini bir türlü kabullenememiş solcular için abartı sayılabilir. Devam etsinler...

Bakalım, “Belge’li Birikim Gericiliği” daha nerelere sızabiliyor veya artık sızamıyor...

Kahraman ve tepeden tırnağa yürek ve beyin bir devrimci kardeşimizin, Cengiz’in her söylediği, bizim de bir parçamızdır. Neredeyiz, bakacağız. Nereye gidiyoruz, göreceğiz.

Anlaşılan, bu meseleye yeniden döneceğiz.