Yönetmek Kolaylaştı mı? MESUT ODMAN

Sosyalist bir ülkeden söz ediyorsak, sözcüğün eksiksiz anlamıyla "kolektif", bunun yerine güzel bir karşılık bulmaya çalışırsak, "ortakça" ya da "ortaklaşmacı" bir yönetimi anlatıyor olacağımızdan, yönetim sürecini örgütlemenin başlangıç güçlüklerini aştıktan sonra, bu kaydı vurgulamak koşuluyla, böyle bir soruya olumlu yanıt verebiliriz. Evet, insanlığın ulaşmış bulunduğu bilgi ve deney birikimi, sosyalist bir ülkeyi yönetme işini kolaylaştırmaktadır. Ama, soruda dile getirilmek istenen o değil. Öyle olsaydı, "kolaylaşacak mı" biçiminde formüle edilmesi gerekirdi.

Demek, anlatılmak istenen bugünkü ülkemizdir ülkemizin şimdiki zamanıdır. Ancak, çok farklı gerekçelerle bile olsa, bu soruya da olumlu bir yanıt vermek durumundayız. Üstelik, bu kez, herhangi bir önkoşulu vurgulamadan ve sadece var olan duruma, belki biraz da onun nasıl ortaya çıktığına bakarak...

Bunu yapmanın birçok yolu bulunabilir. Benim şimdi yapacağım da onlardan, ve bana sorulursa, en eğlenceli olanlardan biri.

Bu yol, uzunca bir süredir ülkemizi yönetmekte olanların niteliklerindeki değişime göz atmaktır arada bir, ülkemizin yönetiminde önemli sayılan, hiç değilse, önemli saymanın hem tarihsel olarak hem kâğıt üzerinde genelgeçer bir kabul görebileceği konumlarda bulunanların ne mene insanlar olduklarını görmeye çalışmaktır.

Bir yerden başlamış olmak için, çok eskiden beri "maliye" diye adlandırılan bakanlığın başına getirilenlerle ilgili birkaç hatırlatıcı değinme: Özal, kendisiyle birlikte partiyi kuranlar arasındaki "maliye camiası"nın içinden sayılan bakanla arası bozulduktan sonra, o işlerle hiç ilgisi bulunmayan makine mühendisliği diplomasına sahip gençten birini bakan yaptığında, çok eleştiri almıştı. "Makine mühendisi ne anlar maliyeden?" Eleştirilerin özeti böyleydi aşağı yukarı. Daha sonra, bürokrat olarak Özal'ı önemli konumlara getirmiş olan Demirel'in, görünüşte onunla siyasi rekabet içinde olduğu bir dönemde, 90'ların başında, maliyenin başına değilse de kamu bankalarından sorumlu devlet bakanlığına teknik anlamda o işlerle hiç ilgisi ve eğitimi olmayan birini atadığında, daha az eleştiriyle karşılaştığı hatırlardadır. Üstüne üstlük, o kişi, kamu bankalarını dolandırmakla suçlanıyordu ve milletvekili dokunulmazlığı zırhı sayesinde yargılanamıyordu. Derken, bugünlere gelindi ve aynı maliyenin başına tarikat muhasebeciliği dışında, onu da burada biz yakıştırıyoruz, bu işlerle kamusal bir yakınlığı bulunmamış bir kişi var ve Erdoğan hükümetleri sona ermedikçe değişecek gibi de görünmüyor.

Dışişleri ile ilgili bakanlık ise, bütün ülkelerde olduğu gibi bizde de, önemli ve prestijli sayılır. Oraya getirilenler arasında, örneğin, 40'lı yılların ikinci yarısındaki üst düzey diplomatlıkları sırasında "soğuk savaş"ın başlatılmasında önemli katkılarda bulunduklarına ilişkin çok ciddi kanıtlar ileri sürülmüş olan Sarper ve Erkin var. Demirel'in ünlü bakanlarından Çağlayangil'i ise, bir yandan, ortalamanın altında olmayan bir ömür sürmüş her insan için doğal bir dönem olan yaşlılığı sevimsizleştirmesi, bir yandan da kendisine yakıştırılan "Uludağ'da karı seyrediyorum ..." diye başlayıp giden nezih tekerleme ile hatırlıyoruz. Bugünküne gelince... Onun herhangi bir tekerlemeyi uydurmak şöyle dursun, kırk kez belletildikten sonra, yanlışsız söylemesi bile beklenmedik bir durum olur.

Örnekleri ve sözü uzatmanın gereği yok. Bakanları bırakıp başbakanlara, milletvekillerine ya da yüksek bürokratlara gelindiğinde de durum çok farklı sayılmaz. Kuşkusuz zikzaklar görülmekle birlikte, bir eğilim olarak gerileme açıkça gözlenebiliyor: Güvenilir belgelere dayalı bilgi ve deney birikiminden öyle belgelere gerek kalmadan da ortalama yurttaşın değerlendirebileceği algılama, çözümleme, anlama, anlatma kapasitelerine kadar geniş bir nitelikler yelpazesi bakımından, git gide daha geri yöneticiler elinde kalıyor bu ülke.

Gerçi, hemen, bunu der demez, "bu ülke öyle de bu dünya çok mu farklı?" sorusuyla karşı karşıya geliyoruz.. Oradakiler de, belgelenmiş eğitim düzeyleri bir yana, bizdekilerden kayda değer bir farklılık göstermiyorlar. Amerikan başkanları arasında Bush'tan daha çok zekâ ve başka yetenekler özürlüsü olmasıyla gülünçlü öykülere konu edilmişi var mıdır acaba? Şu Sarkozy adındaki kişi kadar insanı gülmekle sövmek arasında kararsız bırakanını hatırlamıyorum Fransa'da o konumda bulunmuş politikacılar arasında. Bayan Merkel'i ise ne zaman televizyon ekranlarında görsem, ninemden dinlediğim masallardaki hem zavallı hem hain besleme kızlar aklıma geliyor.

Peki, niye böyle oluyor? Nasıl oluyor da bunlar ve benzerleri, ülkemizi de dünyamızı da gül gibi yönetip gidiyorlar? Menderes'in, 1953 müydü 54 müydü, kendi partisinin meclis grubunda söyleyip de meşhur ettiği sözü biraz değiştirirsek, "odunu koysalar, yönetiyor" durumu nasıl apaçık bir gerçekliğe dönüşebiliyor?

"Gül gibi yönettikleri" çok mu abartılı oldu? Biraz daha serinkanlı yazmaya çalışalım: Bizde ve dünyada, ülke yöneticilerinin niteliklerindeki genel ve belirgin gerilemeyi neye, nereye bağlamak gerekir?

Şimdi, yazı sınırlarını zorlamaya pek az kalmışken, hangi özetlenmiş yanıt verilse, dayanaksızlıktan indirgemeciliğe kadar uzanacak yargılardan daha saygıdeğerine muhatap olmak mümkün görünmüyor. İyisi mi, soruyla başladık madem, soruyla bitirmiş olalım.