Hiçbir seçimde eksik edilmeyen “Bu kez de fırsatı kaçırırsanız, yandınız!” korosunun yarattığı kakofoniyi bastırmak ise acil görev durumuna gelmiştir artık.

Seçim ile geçim

Seçim derken anlatmak istediğim, genel anlamda seçim değil. Bu cümledeki genel sözcüğünü yeterli bulmayıp başına bir de “en” ekleyebiliriz. Çok yapıyoruz; yeterli vurguyu sağlayamadığımızı, ne anlatıyorsak oradaki şaşılası, akıl almaz, dayanılmaz durumu betimlemekte yetersiz kaldığımızı sandığımızda, o sadece iki harften oluşan heceyi ekliyoruz. Aslında bir sözcüktür kendisi, ama bu kurtarıcıya ikide bir başvurmaktaki çaresizliğimizi  örtbas etmek için midir nedir, az önce hece derekesine indirmiş oldum. Neyse, olur böyle şeyler, “en”den özür dilersem paçayı kurtarabileceğimi umarım. O olmasaydı ne yapardık acaba!

Bu girizgâh, giriş de diyebilirdim ama böylesi daha etkileyici oluyor sanki, epey bir zorlandığımı göstermiştir, sanırım. Her neyse, bu yazıdaki  işimin zor olduğunu kabul ederek başlamış oluyorum.

Zorluğun kaynaklarından birini, bireylerin, sınıfların, toplumların hayatlarının pek çok anında karşı karşıya kaldıkları her türlü seçim yapma gereğinde, yazının hemen başında değindiğim en genel anlamıyla seçimin vazgeçilmezliğinde arayabiliriz. Ama onu yazının kapsamı dışında bıraktığımı belirtmiştim. Yine de o anlamıyla seçimi bir biçimde akılda bulundurmadan bu konuda düşünmek eksiklere yol açar.

Bir süredir sabah akşam kendisiyle yatıp kalktığımız siyasal anlamıyla seçim ise Batı demokrasilerinde, şimdi biraz da siyaset bilimci ağzına öykünerek konuşalım, otoriter ve totaliter denilen demokrasilere kadar o cennet düşünün her türünde var olanı akla getiriyor. Geçmeden, bu cümledeki “Batı” yerine “emperyalist ülke” sözcüklerini koymak mümkündür; hatta, daha açıklayıcı olduğu için, doğrusu odur, diye eklemeyi ihmal etmeyelim.

Yazının başından beri ve şu anda geldiği noktada siyasal anlamda seçimi küçümseyici bir hava bulunduğu düşünülebilir. Düşünülürse yanlış olmaz, itiraz etmem. Bununla birlikte, “genel ve eşit oy” diye söyleyegeldiğimiz ilkenin ya da uygulamanın, emekçi sınıflar açısından her şeye rağmen önemli bir ilerleme olduğu kabul edilmelidir. Ne kadar aşındırılmış olursa olsun, tarihsel bir kazanımdır. Bununla birlikte daha ne tarihsel kazanımlar aşındırılmış, birçoğu tanınmaz ve kullanılamaz duruma getirilmiş, bir bölümü de düpedüz yok edilmiştir. Olabilir, sınıf mücadelesidir, ne kadar ağır olursa olsun yenilgiler ilerlemeyi durdurmaz; yeter ki, teslim olunmasın ve, aynı anlama gelmek üzere, son çırpınışlarını yaparken hiç de dermansız kalmış görünmeyen egemen sınıfla, hatta  onun şu ya da bu bölmesiyle barışma izlenimi yaratacak, daha da kötüsü, izlenimin gerçeklikle örtüşmesini sağlayacak işlere girişilmesin.

Yeniden seçime, genel ve eşit oy ilkesine dönersek...

Yukarıda bunun önemini ve tarihsel bir ilerleme olduğunu belirtmiştik. Ancak italik harflerle yazarak dikkat çektiğimiz bir de “her şeye rağmen” kaydı düşülmüştü. Bu kayıtla ilgili birkaç söz söylemek gerektiğini düşünürken, Ali Rıza Aydın’ın geçen haftaki yazısının hemen başında değindiği aklıma geldi: “Seçme hakkı olanın ‘geri çağırma hakkı’ olmadığı bir seçim sisteminde, iktidar ya da muhalefetteki siyasi temsilcilere yönelik toplumsal denetim genelde ve yerelde “seçimdeeeen seçime” kalıyor.”

Burada sözü edilen hak çok ileri bir sıçrama; her zaman dillendirmeliyiz. O sıçramayı yapabilmemizin nesnel koşulları durmadan ortaya çıkmaktadır. Bu da anlatımlarımız arasında yer almalıdır; çok ilerideki ile çok geridekini birleştirmeden kurtuluş olmaz, onun tek ve gerçek yolu olan devrim de olmaz. Hele bir düşünelim: Yıllar boyunca ikide bir kullandığı oyun neye yaradığını anlayamayan emekçi için “seni seçmiş bulunduk ama, sen görevini yapamadın kardeşim, buyur gel, eski hayatına dön” diyebilmeyi “tahayyül etmek” mümkün müdür? Sadece bizim buralarda değil, o demokrasi cennetlerinde de mümkün müdür?

Değildir. Mümkün olan ve sık sık gördüğümüz, “elim kırılaydı da vermeseydim” ilenmesidir.  Velinimetimiz efendimiz seçmenimizin en köktenci çıkışı bundan ibarettir.  Bu çıkışın devrimci yahut dönüştürücü bir tutuma doğru evrime uğratılmasının yolu ise, birtakım genelgeçer doğruların saptanması ya da yinelenmesi dışında,  henüz bulunamamıştır. Bulunması ve emekçi sınıflara taşınması zorunludur.

Ali Rıza’nın sözünü ettiği “seçimdeen seçime” toplumsal denetime gelince, bunun bile düzenin sağladığı denetim imkânlarına hiç uygun düşmeyen bir abartma olduğu ileri sürülebilir. Günümüz koşullarında seçimlere bir toplumsal denetim aracı olma özelliği yüklemek doğru olmaz, demek istiyorum. Ayrıca, bu noktada, Fatih Yaşlı’nın  sandığın bu kadar çok önlerine konulmasıyla yurttaşların “seçim manyağı” yapıldığı biçimindeki yakıştırmasını da hatırlatmakta yarar var.

Aslında, genel oy hakkının kazanılması ve/veya egemen sınıflarca verilmek zorunda kalınması, uzun ve zikzaklı süreçler sonunda gerçekleşmiştir; bunu biliyoruz. O süreçlere ilişkin olarak, bizim tarafımızda yer aldığı söylenemeyecek tanınmış bir toplumsal bilimcinin bazı saptamalarına başvurabiliriz. Karl Polanyi, ilk kez 1944’te yayımlanmış ünlü kitabı Büyük Dönüşüm’de, ABD’de evrensel oy hakkına karşın, Amerikan seçmenlerinin mülk sahipleri karşısında hiçbir gücünün bulunmadığı saptamasını yaptıktan sonra şöyle devam ediyordu:

“(…) İngiltere’de işçi sınıfına oy hakkı verilmemesi gerektiği anayasanın yazılmamış bir maddesi durumuna geldi. (…) yalnızca oy hakkı istemek yetkililer tarafından çoğu kez bir suç olarak değerlendirildi. (…) Ama halkın bazı hakları elde edebilmesi ancak korkunç uyum sağlandıktan sonra oldu. İngiltere içinde ve dışında, (…) genel oy hakkına dayanan demokrasinin kapitalizm için bir tehlike oluşturduğu inancını dile getirmeyen tek bir militan liberale rastlanmıyordu.”

“Genel” ve “eşit” diyerek iki temel özelliğini belirttiğimiz bu hakkın günümüzde her iki özelliğini de tartışılır kılan gelişmelerin yanı sıra, emekçi yığınlar açısından yaratabileceği olumlu sonuçlar da önemli ölçüde etkisizleşmiş durumdadır. Geldiğimiz durumu özetlemek bakımından, eski kartlarımı karıştırırken elime geçen bir notu aktarmak istiyorum. “Seçimde adaletsizlik kategorileri” başlığını koymuşum. Şöyle:

Her bir kategori altında çeşitli adaletsizlik (ya da hile) biçimleri yer alabilir. Bunlar değişik coğrafyalarda, egemen sınıfların demokrasi ihtiyaç ve iddialarına bağlı olarak farklılık gösterir; her devletin tehdit algısı ile yerleşik alışkanlıklarına göre “makul” sayılabilecek olandan inanılması güç olana kadar gidip gelen bir salınım içinde gerçekleşir.

  1. Siyasal partilerin seçimler dışındaki etkinliklerine (kuruluş, örgütlenme ve çalışma biçimlerine) ilişkin yasal ve yasa dışı düzenlemeler.
  2. Siyasal partilerin seçimlere yönelik çalışmalarıyla ilgili olarak “eşitlik ilkesi”nin varlığını ileri sürmeyi gülünçleştiren kural ve uygulamalar.
  3. “Seçme ve seçilme hakkı”nı zedeleyen ya da tümüyle ortadan kaldıran yasal düzenlemeler ve kararlar.
  4. Genel ve eşit oy ilkesini açıkça ya da örtük olarak çiğneyen uygulamalar ve bunların yadsınması/önlenmemesi/ süreklilik kazanması.
  5. “Gizli oy, açık sayım” ilkesini tersine çeviren, yer yer neredeyse “açık oy, gizli sayım” biçiminde anlatılabilecek uygulamalar.
  6. Seçmen kütüklerinin hazırlanmasını şu ya da bu ölçüde iktidardaki parti ya da partilerin eline bırakan yasal düzenlemeler ile yasa dışı uygulamalar.
  7. Seçim öncesi ve sonrası analizlerinde sıkça kullanılan “yüzer gezer oy” terimini hatırlatır biçimde sandık sandık gezerek oy kullanan görevliler eliyle eşit oy ilkesinin kimileri herkesten daha eşittir anlamında hayata geçirilmesi.
  8. Bu kategorilerin birine ya da birkaçına sokulabilecek yahut hiçbirine tam uygun düşmeyecek, ama bazıları akla hakaret sayılabilecek kabalıkta, bazıları şeytanın aklına gelmez denebilecek hinliklerle dolu bir yığın hile hurda.

Son olarak, başlıkla ilgili bir açıklama gerekiyor; seçim tamam da geçim ne oluyor, diyenler çıkabilir. İki gerekçeyle böyle oldu başlık. Birincisi, halkımız kafiyeye düşkündür; halk şiirinden tekerlemelere ve günlük konuşmalara kadar, kafiyelere sıkça başvurur. Hatta kafiyesiz konuşana da yazana da pek kulak vermez, verse de bir kulağından giren öbüründen çıkar.

İkincisi ve asıl önemlisi, geçim, hayatın sürdürülebilir kılınması anlamındadır. Emekçi halkımız ikide bir kutsal sandığa oyunu ata ata bunun geçime bir katkı sağlamadığını hiç kavrayamıyor denemese bile epeyce gecikmeli olarak ve güçlükle kavrayabilmektedir. Kendi dışından etkili bir müdahale olmadıkça da böyle gidecek gibi görünmektedir.

Hiçbir seçimde eksik edilmeyen “Bu kez de fırsatı kaçırırsanız, yandınız!” korosunun yarattığı kakofoniyi bastırmak ise acil görev durumuna gelmiştir artık.