Sürer mi?

Tam bir kaos ve kargaşa…

Ülkemizin, daha çok da yönetenlerin içinde bulunduğu durumu böyle anlatmak mümkün. Mümkün olmasına mümkün de, birkaç sorunu göze almak gerekiyor.

Birincisi, dille ilgili. Bu iki sözcük aşağı yukarı aynı anlama geliyor. Ama, sık sık karşılaşıldığı gibi, sözcükler gerçekliği yansıtmak bakımından yetersiz kaldığında, bilerek ya da bilmeyerek başka dillerin yardımına başvurulabiliyor; üstelik, sanki farklı durum ya da kavramlar sıralanıyormuş gibi, araya bir de “ve” eklenerek hata pekiştiriliyor. Biz de burada öyle yapmış sayılabiliriz.

İkinci sorun, “tam” sözcüğünden kaynaklanıyor. Tam bir kaos içinde sayılmayız daha. Öylesi pek yakın bir gelecekte bizi bekliyor olabilir. Ama şimdikine tam bir kaos dersek, o zamankine ne diyeceğimizi büsbütün şaşırırız.

Üçüncüsü de buradaki “kaos ve kargaşa” ülkemizin içinde bulunduğu durumu anlatmak için kullanılsa da, aslında, bunu ülkemizin, daha doğrusu, ülkemizde yaşayan insanların tümünün ortak sorumluluk taşıdığı ve aynı ölçüde etkilendiği bir durum olarak gösterenlere meydanı boş bırakmamak gerekiyor. Tam tersine, en az sorumluluk taşıyanlar en kötü biçimde etkileniyorlar ve etkilenmeye devam edecekler, en büyük sorumluluğu taşıyanlar içinse elde edilen kâr ve kazanımlar olumsuz etkileri giderebilecek kadar büyük oluyor ve öyle olmaya da devam edecek.

Ayrı bir paragraf yaparak yazalım ki, daha açıkça göze çarpsın.

Yaşadığımız dünyanın düzeni budur: Alttakilerin canı çıkar, üsttekiler keyif çatar. Karışıklık, kargaşa, patlama, çatlama, ölüm, kalım, ne olursa olsun, bu kural değişmez. Alttakiler daha çok patlar, daha çok sürünür, daha çok ölür; eğer kargaşa olağanüstü boyutlara ulaşmışsa, üsttekilerin de pek küçük bir bölümü, rastlantısal olarak, bu kötülüklerden bir pay alır. Ama, dediğimiz gibi, bunlar rastlantısaldır ve ayrıksı durumlardır; kural olansa kötülüklerden üsttekilerin paylarına düşenin önemsiz düzeylerde kalmasıdır.

Sonuç olarak, kural olan değişmez. Üsttekiler arasında çeşitli nedenlerle, genellikle onarılabilen, kırgınlıklar, sürtüşmeler, itişmeler sonunda biraz saf dışı kalmış olanlar da, gerekli gördüklerinde ya da görmeye zorlandıklarında, her ne kadar ara sıra sürç-i lisan etmişsem de  “devletimin arkasındayım” diye yazıp söylerler. Böylece, bu tavrı yetenekleri ölçüsünde yaygınlaştırmaya çalışarak, kendilerinden beklenen hizmeti sunarlar ve üstte kalmaya devam ederler.

Bunlar, somut durumdan çıkarılabilecek bazı genellemelerdir. Biraz da somut durumun kendisi üzerinde duralım.

Ülkenin güneydoğusundaki oldukça geniş bir yörede “ilan edilmemiş” bir savaş aylardır sürüp gidiyor. Aslında bu “ilan edilmemiş” sözü bir ağız alışkanlığının sonucu; düpedüz ilan edilmiş bir savaş var, hatta, bunun kıyamete kadar sürebileceği en yetkili ağızlardan dillendirilmiş bulunuyor. Kaç insanın öldüğü bilinmeyen, daha doğrusu, belirlenemeyen bu savaşın ne zaman sona erebileceği de bilinmiyor. Sona ermek dediysek, nihai bir sonlanıştan söz etmiyoruz; yaz aylarından bu yana sürüp gelen şiddetli savaş durumunun ne zaman hafifleyeceği bile az çok kesin bir dille söylenemiyor. En fazla, falan ilçelerde şu kadar hendek ve barikat ele geçirildi, buralarda iş bitti sayılır, filan ilçede ise bir iki haftaya daha ihtiyaç var yollu açıklamalar yapılabiliyor. Ama bu tür açıklamalar pek de doğru çıkmıyor; “ulaştığımız sonuç ya da başarı şudur” diye herhangi bir bilgi açıklanamadığı gibi çatışmalar da sürüyor. Bu arada, pek seyrek ve denetimden geçmiş görüntülerde karşılaştığımız yanmış yıkılmış yapılarla sokakların Halep görüntülerinden çok da farklı olmadığı anlaşılabiliyor. Hani şu, güzelim adını onunla birlikte anmaktan uzak kalmak için Baykal diyeceğimiz, hatta önüne bir de sayın ekleyeceğimiz kişinin iddiasıyla “Sünni medeniyetinin simgesi” olan Halep kentinden söz ediyoruz.

Haritayı önümüze koyup ya da gözümüzün önüne getirip konuşursak, tam yukarıda, ülkemizin kuzeydoğusunda da hemen hemen benzer görüntülerin ortaya çıktığını görebiliyoruz. Burada da toz duman yükseliyor, ama toza dumana bulanan yemyeşil bir doğa parçası ile onu savunmaya çabalayan insanlar var, yanmış yıkılmış yapılar yok; çünkü, yıkıcılığı ve öldürücülüğü sınırlandırılmış silahlarla araç gereçler kullanılıyor. Ayrıca, amaçlar ve gerekçeler ile çatışan taraflar da esaslı bir farklılık gösteriyor: Bir yanda, köylüsüyle kentlisiyle içinde yaşadıkları doğayı savunmaya çalışan insanlar, öte yanda “millete bilmemne yaptığını ya da yapacağını” açık açık söylemekle meşhur ve şimdi de aynı marifeti doğaya uygulamak için uğraşan mümtaz bir işadamı var.

Şiddet ve araçları ile amaçları da çok farklı bu çatışma tablolarının şu anda ortaya çıktıkları yerlerle sınırlı kalmama olasılıkları ise hiç düşük değil. Benzer ya da farklı nedenlerle ülkenin başka yörelerinde de üç aşağı beş yukarı benzer tablolar ortaya çıkabilir.

İşte bütün bu gerçekleşmelerin ve olasılıkların ortasında, başkentte, üstelik 4 ay içinde ikinci kez olmak üzere büyük katliamlar yapılıyor. Kimler tarafından? Yönetenler, ilkinin sonunda, akıllara ziyan “kokteyl terör” terimini ortaya atarak cevap veriyorlar. Bu büyük buluşu kısa sürede unutmak zorunda kalsalar da “failler” birkaç işaret dışında bilinmezliğe terk ediliyorlar. İkincisinin sonunda ise siyasal iktidarın Suriye’deki çıkmazı ile bağlantılı ve geçmişteki performanslarıyla karşılaştırıldığında “yıldırım hızıyla” denebilecek bir cevap geliyor.

İster inan ister inanma!

İçeride inananların sayısı çok fazla olacak besbelli. Bazı örneklerine yukarıda değindik. Dışarıda ise durumun tersine döneceği anlaşılıyor. Artık ne kadar becerebilirlerse, inandırmaya uğraşacakları, baş müttefik ya da müttefiklerin başı ABD ile kaldığı kadarıyla öteki dost ve müttefikler olacak elbette. Amerika ne kadar inanır, daha önemlisi, inanıp da ne yapar, belirsiz. Bir tek, son bir iki aydır, herhalde çağdaş “kavimler göçü”nün etkisiyle pek akpsever kesilmiş görünen Merkel dışında, inanmaya heveslilerin sayısı fazla olmayacaktır. Onun da Merkel mi, Almanya mı olacağı belli değil. Osman Çutsay, Merkel’in Almanya içindeki prestijinin ciddi sarsıntı geçirdiğini yazıp duruyordu. Son durumu da yazar elbet; okur, öğreniriz.

Bütün afra tafrasına rağmen inandırıcılığı dibe vurmuş, kalıcılığı üzerindeki kuşkular tavana yükselmiş, bütünlük görüntüsü ve özgüveni fark edilir bir sarsıntıya uğramış siyasal iktidarın artık üç tarafı denizlerle çevrili olmakla kalmayıp her tarafı da belalarla dolmuş bir ülkede neyi, nasıl yapabileceği iyiden iyiye belirsizleşmiştir. Demek, daha önce bir vesileyle dile getirdiğimiz gibi, “belirsizlik” önümüzdeki kısa dönemin belirgin bir özelliği olacak, öyle görünüyor. Ancak, burada söz konusu edilebilecek olan mutlak anlamda belirsizlik, hiçbir şeyin belli olmadığı bir durum değildir; sürprizlere hazır olmak demektir. Mümkün olan, başka bir anlatımla, nesnel ve öznel koşulları az çok tahmin edilebilir görünen olasılıklardan hiçbirinin sürpriz sayılamayacağı bir yakın dönemden geçeceğimiz anlaşılıyor. “Yakın dönem” ne demek diye soranlar olursa, sözgelimi, Lord Keynes’in “Uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız.” dediğinin tersi uzunlukta bir dönemi kast ettiğimizi söyleyebiliriz.

Geçen yılın 25 Aralık günü burada yazdığımız ve az önceki “belirsizlik” özelliğinden söz ettiğimiz yazının başlığı “Daha nereye kadar?” idi. İçeride ve dışarıda yaşamakta olduğumuz savaş koşullarının hangi şiddet ve yaygınlıkta ne kadar sürebileceğiyle ilgili bir soruydu bu. Aradan yaklaşık iki ay geçti ve bu yazının başlığı da aynı anlama geliyor. Şimdi, soruyu biraz değiştirerek tekrarlamakta yarar var: Aynı başlığı daha ne kadar atacağız?

Ne yazık, bu sorunun henüz bir cevabı yok.