Ölümlerden ölüm beğendiren bir dünya

“Bir” sözcüğünün belirsizliğini gidermek için, onun yerine, anlatmak istediğimiz dünyanın sıfatı olan “kapitalist” sözcüğünü yazmak gerekiyor.

“Kapitalizm öldürür.” cümlesinin son zamanlarda sık kullanılır olması ne boşunadır, ne de sıradan bir propaganda söylemidir. Bu kısacık cümle, her gün yaşamakta olduğumuz gerçekliğin çok yalın bir anlatımıdır. Kapitalizm gerçekten de öldürmektedir; üstelik sadece insanları değil, bitkileri, hayvanları, yeryüzünde ne kadar güzellik varsa hepsini… Şöyle söylenirse mantığı daha iyi anlaşılır belki: Hepsini sonuna kadar sömürmekte ve bu sonun ölüm anlamına geldiğine hiç aldırmamaktadır.

YOK EDİLEN ORMANLAR

Bir haftalık zorunlu aradan sonra yazıya başlarken ayırt ettiğim konulardan ilki, ormanların kesilip yok edilmesi oldu olmasına da bunun ne yeni, ne yeterince anlaşılmış, ne de gündemimizde gerekli yeri almış bir konu olduğunu söyleyebilirim. Belki, biraz, yeni denebilir; çünkü, eskiden ormanlarımız azgın kapitalistlerin yerlisiyle yabancısıyla bu kadar dizginsiz tasallutuna açılmış değildi. Bunun toplumsal-ekonomik ve dahi siyasal nedenleri apayrı bir yazının konusu olabilir.  

Şu bizim Çanakkale halkımızın başlatıp sürdürdüğü ve, umarım, daha kötüsünü önleme anlamında başarıya ulaşacağı Kaz Dağları direnişine sözü getirmek istediğim anlaşılmış olmalıdır. Konuya kendi yaşantılarımı işin içine katmadan yaklaşmam ise mümkün görünmüyor: Çocukluğum oralarda geçmiştir. Babam bir ormancıydı. Benzerleri artık çok azalmış bir Cumhuriyet yetiştirmesi olan bu insan, ülkesine doğanın bahşettiği güzellikleri yakıp yok eden yangınlara, elbette onların hafif ve tehlikesi az olanlarına, aklı ermeye başlamış oğlunu da götürür ve yardıma koşmuş insanlarla birlikte nasıl müdahale edileceğini gösterirdi. Neden diye sorulacak olursa, ülkemizi koruyup kollamadan onun güzelliklerini yaşamaya hakkımız olmaz, demek için herhalde. 

Şimdiyse, insanın fotoğraflarına her bakışında oralarda olsam dediği yerler, Kanadalı komünistlerin “dünya halkının ve toprağının belaları” diye nitelendirdiği tekeller ile yerli işbirlikçilerinin kârlarını ençoklaştırma hırsına kurban ediliyor. Git gide artan tepkilere katılırken, elindeki kendinden büyük dallarla yerdeki alevleri söndürmeye çabalayan o çocuk gözlerimin önüne geliyor.  

Bir de şu aklımda hep: Aynı ormancı emekli olup Kaz Dağları’nın eteklerine çekildiğinde kendisini ziyarete gitmiştik ve şimdi koskoca adam olmuş torunu kolayca geçerim sanıp çıplak ayak içine girdiği derenin buz kesen soğuğu karşısında çaresiz kalıp ağlamaya başlamıştı. Bir bu hiç silinmemiş belleğimden, bir de şu: Sözünü ettiğim Cumhuriyetle yaşıt ormancı, orada satılan alabalığı kendi ölçülerinde çok kazık fiyatını protesto edip yememiş ve ömrü boyunca çok isteyip de pek az gerçekleştirebildiği oğluyla oturup iki kadeh rakı içme keyfini zehir etmişti.

Bu dediğimin üzerinden aşağı yukarı otuz yıl geçmiş. O zamandan beri oralara hiç gidemedim. Nedeni belli, her emekçi için geçerli iş güç, çoluk çocuk, yeten yetmeyen paralar ve benzeri gerekçeler sürüsüyle… Ama ne gam, ben gidemiyorsam, halkımızın başka çocukları giderler. Ayrıca, sosyalist iktidarımızın ilk gününden başlayarak, o tür güzellikler herkes için erişilebilir olacak; hakça kurallar doğrultusunda hep birlikte gideceğiz, saatlerimizi, günlerimizi, bazen daha uzun süreleri geçireceğiz, yaşamanın tadına varacağız. 

Başka ve belki daha önemli gerekçeler bir yana, bütün bu imkânların yok edilişine karşı çıkmaktan daha haklı ne olabilir?

Mutlaka karşı çıkılmalı ve bu karşı çıkışlar sonuç alıcı düzeye ulaştırılmalı elbette. Ama Clara Zetkin’in yüz yıl kadar önce yazıp kayda geçirdiği, faşizmin devrimini yapamamış işçi sınıfına tarihin kestiği ceza oluşuna ilişkin saptamanın, içinde yaşadığımız doğanın yok edilişine de ışık tuttuğu unutulmadan: Biz geciktikçe, bir gün gelecek, devrim yapmak için uğraşmaya değer bir dünya da kalmayacak elimizde.

ALEV ALEV OTOBÜSLER

Şu son günlerde de, kuşkusuz, pek az iyilik ve pek çok kötülük ortaya çıktı. Bu durumu anlatırken “kuşkusuz” diyebiliyorum; ne acı! Ülkemizde iyiliklerin sayısının kötülüklerin yanına bile yaklaşamadığını yaşayıp duruyoruz. O kötülüklerden biri de beş insanın yanarak ölmesine yol açan otobüs yangını oldu. Orman yangınları, onların sonucu olarak börtü böcek pek çok canlının yanıp kül olması derken bir de insanların otobüslerde yanıp kül olmaları ile karşı karşıyayız artık. Bu da “iş kazası” sayılmaz herhalde. Ama “trafik kazası” olarak istatistiklere geçeceği kesin, diyebiliriz. Oysa, uzmanların değerlendirmelerine bakılırsa, buna da kaza maza değil, cinayet demek gerekiyor; “trafik kazası” gerçeği gizliyor, “trafik cinayeti”. Belki de, düpedüz iş cinayeti. Makine mühendislerinin açıklamalarına göre, yakıt yerine daha ucuz olduğu için motor yağı kullanılmasının, motorda aşırı ısınma ve yangına elverişli bir durum yarattığı bilinirmiş. Yine o uzmanların dediklerine göre, petrol ürünleri üzerindeki hepimizin bildiği aşırı vergilendirmenin sonucu olan çok yüksek fiyatların yanı sıra denetimsizlik ve başıbozukluk, pek çok ciddi soruna, en kötüsü, insanların ölümüne yol açıyor. 

Bir arkadaşım anlattı: Aynı gün, Ankara’dan İstanbul’a gidiyormuş. Balıkesir’in oralarda otobüsü yanan aynı firmanın bir otobüsüyle. Yakınlarından aldığı telaşlı telefonlar kesilmek bilmemiş. Güzergahlarının farklı olduğunu bilseler de, ne olur ne olmaz, bu memlekette her şey olur diye telefona sarılıyorlarmış. 

Düzenin ulaştığı aşamada yarattığı, başka türlü ayakta duramadığı, düpedüz muhtaç olduğu korku buralara kadar yayılmış durumda. İnsanlar her an başlarına her şeyin gelebileceğini düşünüyor, kabulleniyor ve bunun akla uygun dayanaklarının olup olmadığını dikkate almıyorlar. Hoş, haksız da sayılmazlar: Çok uzun zamandır en çok kullanılan yolcu taşıtı durumundaki otobüsler dümdüz yolda gidip dururken, içeriden dışarıdan hiçbir işaret görülmezken, birden alev alıyorlar ve bu ecinnilerin karıştığına inanmanın hiç de zor olmadığı olaylara ilişkin haberler çıkıyor günde birkaç kez…

Böyle böyle, insanlar iki büyük kümede toplanacaklar galiba: Bir yanda, bilimsel inceleme konusu olabilecek paranoyalar içinde korunaklı saydıkları yerlerinden dışarı adım atamayanlar, öbür yanda, en küçük bir önlemi bile umursamadan gerçek tehlikelere bodoslama dalan gözü karalar…  

TOPLUCA KIRILAN İNSANCIKLAR 

Bu tür garipliklerin, ilkelliklerin, akla aykırı yahut ortaya çıkması olağandışı sayılan durumların, azgelişmiş kapitalizmin göstergeleri olduğu, aslında, kapitalizme düzülmüş benzersiz bir övgüdür. Farklı coğrafyalarda kapitalizmin farklı düzeylerde gelişmiş olduğundan söz etmek, buna ilişkin birtakım çözümlemelere girişmek büsbütün yararsız değildir. Ama buradan yola çıkıp asıl sorunun kapitalizmin azgelişmişliği olduğu, insanları canından bezdiren birçok derdin bu azgelişmişlikten kaynaklandığı, dolayısıyla çözümün kapitalizmi geliştirmekten geçtiği sonucuna ulaşmak için alınması gereken mesafe pek kısadır.  

Oysa, kapitalizm her yerde öldürmeye devam ediyor. Bu her yerin içinde onun en gelişkin, dolayısıyla en azgın olduğu ülkelerin de bulunduğunu biliyoruz. 

İşte o gelişkinlikle azgınlığı en üst düzeyde birleştireninde, kim bilir kaçıncı kez, kitle katliamlarına tanık olduk daha yeni…

Çok sayıda insanı bir çırpıda öldürme kapasitesine sahip silahları ve giyeceği çelik yeleği satın alma özgürlüğünü kullanan yaratıklar hiç tanımadıkları onlarca insana kıydıkları toplu katliamları gerçekleştirdiler.

Buradaki çelik yelek de ne oluyor, diye düşünenler çıkmıştır benim gibi. Kendi tahminimi söyleyeyim: Nasılsa sağ çıkamayacağını bildiğine göre, mümkün olduğunca çok sayıda insanı öldürebilmesine yetecek kadar yaşamasını sağlamak için olmalı.

İşte zavallı az gelişmişlerin peşinden koşmaları gerektiği utanmazca söylenip duran o çok gelişmiş kapitalizmdeki demokrasinin seçtiği başkan da, bir süre sessizliğe gömüldükten sonra, çarnaçar çıkıp konuştu ve böylelerinin idamla yargılanmasını istedi. Ne denir, adamın, daha doğrusu, yaratığın aklına öldürmekten başka bir şey gelmiyor!

Bilmiyor ki, kapitalizmin ürünü o yaratıklar öldürmekle tükenmezler, üreticileri yok edilmedikçe…