Merak

Ayırt ederek gönül kırmak gibi olmasın da, burada yazan arkadaşlar arasında özellikle beklediklerim var. Bakalım bu kez ne yazmış, nasıl yazmış, diye özel bir merakla yazı gününün gelmesini beklediklerim... Onlardan çok yararlandığımı, hatta kimileyin kendi yazılarımı onların yazdıklarından yola çıkarak kurguladığımı, dikkatli ve meraklı okurlar bileceklerdir.

Epeyce de çok üstelik bu yazarlar. O yüzden, bu kez içlerinden birini ayırarak sözünü etmem, hepsini ayırt etmeye kalksam ne zaman ne zemin yeter diye düşünüleceğinden, o kadar da ayrımcılık sayılmaz, gönül kırmaya yol açmaz sanıyorum. Umarım öyle olur.

Mustafa Kemal Erdemol, burada birlikte yazdığımız ve benim sırası gelse de baksam, okusam beklentisi içinde bulunduğum yazarlardan biri. Hiç tanımadığım, bir kez bile olsun yüz yüze gelmediğim için bunu rahatlıkla belirtebiliyorum. Biz doğulular, bunu kendimize özgü bir özellik olarak söyleyip yazmaya alışmışızdır şimdi ben de öyle yapıyorum, doğululuğumdan olmalı, kendim ya da yakınlarım için övgü sözlerini dile getirmekte pek cimri davranırım, sanki utanırım da, hiç tanışım olmayanlar için rahat davranır ve olması gerekeni yaparım. Bunun ne kadar tuhaf ve adaletsiz bir tür ahlak anlayışı olduğunu hep düşünmüşümdür. Düşünmüş, ama bir türlü kurtulamamışımdır.

Soyadı aşağı yukarı kırk beş elli yıl önce arkadaşım olmuş iki kardeşi hatırlattığı için de ayrı bir yakınlık duyduğum Erdemol, bu haftaki yazısında meraktan söz etmiş. Bizim gidemediğimiz yerlere gidip, türlü nedenlerle içinde bulunamayacağımız yaşantılara tanıklık edip yazıyor ve biz de buralarda haberdar oluyor, meşrebimize ve o anki ruh durumumuza bağlı olarak üzerinde düşünme, irdeleme, böylece öğrenme fırsatını buluyoruz. Bu kez de, kendi gözleriyle gördüğü ve yüzlerce yıl önceden kalma, işkencecinin nasıl daha çok acı çektirebilirim merakından doğmuş olabilecek aygıtlardan söz ediyor. “Bir insanın canının daha fazla nasıl acıtılacağının ince ince hesabı yapılarak” tasarlanmış aletler bunlar. Örneğin, “göğüs kırma kafesi”. Ne işe yarıyor? “İnsanı hemen değil, birkaç dakika içinde öldürmek” üzere tasarlanmış. Erdemol, devamla, bunun “acı çektirmedeki en hassas buluş olduğunu” ekliyor.

Adı geçen yaratıcılık ürünü işkence aletlerinin sergilendiği yer, İngiltere’nin başkentindeki Windsor kalesi. Yanlış hatırlamıyorsan, üç dört yıl önce, Kraliçe orada çalışan ve herhalde eski sömürgelerden gelme bir Müslüman görevlinin “rahatça ibadet edemiyorum” şikayeti üzerine, bir mescit açılmasını buyurmuş ve bu olay bizim basında da çokça yer bulmuştu. Atalarının hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan gerçekleştirdikleri işkencelerin günahını bağışlatmak bakımından, Müslüman dualarının da esaslı bir katkısının olacağını düşünmüştür, başka ne olabilir!

Başlıktan fazla uzaklaşmadan devam edersek, her insanın merak ettiğini söyleyebiliriz. Hiçbir “şey”i merak etmeyen insan olur mu? Vardır mutlaka da, öylesinin bir roman kahramanı olabileceği kesindir. Hatta, biraz daha ileri giderek, öyle bir kahramanı olan romanın ancak olağanüstü bir yaratıcılık ürünü olabileceğini ileri sürebiliriz.

Sözün gelişi, hiç değilse ortalama düzeyde sayılabilecek merakları olan benim, son günlerde merak ettiklerimi başlıklar halinde olsun yazmaya kalksam, mutlaka yazı işlerinin makasına uğrarım. İçerik olarak demiyorum, her türlü hoşgörü sınırını aşacak ölçüde uzattığım için.

Bununla birlikte, üçbeş örnek vermeme kimsenin bir itirazı olmaz herhalde.

Örneğin, her gün yeni bir, bir değil birden çok ihlal, ihlal değil yokluk sergilenirken, hâlâ basın özgürlüğü diye bir ilkenin, umdenin, dokunulmazın var olduğuna ilişkin martavalları dinleyebilecek kimse kalmış mıdır diye merak ediyorum.

Sonra, yazar dediğin ille meşhur mu olacak, bir yığın gayri meşhur yazar, kimsenin ruhu bile duymadan içeride yatırılırken, neyle suçlandığı resmen bildirilmemiş insanlar tutuklanıp tutukluluk itirazları defalarca reddedilirken, düşünce özgürlüğüne ve onun varlığına, şusuna busuna inanan, inanan değil, bu tür lafları kulak verip dinleyen var mıdır diye de merak etmiyor değilim.

Tutuklamaydı şuydu buydu demişken, 23 Nisan törenlerinde hep bahriyeli olurdum, hele de Çanakkale’deki 18 Mart gösterilerinde giydiğim “levent” kıyafetimi şu yaşımda bile hiç unutmam, o yüzden bizim dediğim bahriyelilerin ne diye habire içeri atıldıklarını bunun bazı yerlerde yazıldığı gibi Amerika’nın Karadeniz’i ele geçirme planlarına ilişkin komplo teorileri ile bir ilgisinin olup olmadığını bu kadar itilip kakılmanın bir orduyu büyük bir savaşta perişan olmaktan daha beter edip etmeyeceğini falan da merak ediyorum elbette.

Yine de, son günlerde bütün merak ettiklerimin böyle politik hikâyeler olduğu sanılmasın.

Kuşkusuz, “son çözümlemede” politik olmaktan bağımsız sayılamayacak, ama kolaylıkla o kategoriye sokulamayacak meraklarım da var. Bunun bir örneği, internet ortamlarında dolaştırılmakta olduğunu öğrendiğim bir yazıyla, daha doğrusu, onun yazarıyla ilgili. Çok özel olması gereken bir insanlık durumuyla ilgili olduğu için olabildiğince adresini belli etmeyecek biçimde değinmeye çalışacağım.

Yazan çizen, muhtemelen ekmeğini bu yolla kazanan ve, anladığım kadarıyla, genç bir insan, sevgilisinin ölümü üzerine üçbeş satır yazmış. Dolaşıma çıkarılan o yazıyı okuduktan sonra merak etmeye başladım. Böyle bir insan nasıl olur ve bizim ülkemizde bu insanlar ne kadar çoktur?

“İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım.”

Mesleki deformasyon denilebilir, önce, Türkçeye takılıyorum. Ama, iç burkan bir insani durum olduğundan, her türlü ayrıntıya boş verme eğilimindeyim. Geçiyorum geçmesine de üzüntü ve yalnızlık gerekçelerine takılmadan edemiyorum.

“Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, kedimize bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor.”

Ne var bunda, niye üzüntüyü paylaşma isteğimi bastıran bir kızma, sinirlenme başlangıcı ortaya çıkıyor? Az önce değindiğim ve besbelli bir yeteneğin varlığını bile görmeyi engelleyen mesleki deformasyonun sonucu takıntılar mı? Yok, değil. Mutluluğa takılıyorum “istiflenemez” oluşuyla ilgili göndermeye değil, nasıl mutlu olunduğuna ilişkin ayrıntılara. Zaten daha takılmaya değer olanlar az sonra geliyor.

“Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece. (…) ‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. (…) Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk.”

Yetinemiyorum, biraz daha aktarmalıyım. Kendi başıma gelmiş kadar kederlenirken, bir yandan da, nasıl böyle düşünülüp yazılabildiğini anlamayacak kadar öfkelenmek üzereyim.

“Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş, bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.”

Ve bitiyor, son söz söyleniyor:

“Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok.”

Ben de alışıyorum galiba yanili manili yazmaya, öyle devam edip sormadan yapamıyorum:

Bizim ülkemizde yaşayanların yüzde doksan bilmem kaçı sevgilisi öldüğünde tanrısıyla elçisine, yüzde bir yahut sıfır virgül bilmem kaçı ise anlamsızlığa ve kedisine mi sığınıyor yani?

Ya, peki, kime sığınacaktı? Kimseye sığınmadan nasıl ayakta duracaktı?

Hadi canım, daha neler!

Yoksa, “öyle elbet, ne sandıydın” mı?