İktisatçıların Ahlakı

“Hocaların hocası” dediğimizde, anlatmak istediğimiz, ikidir çoğu kez ikisini birden aklımızda bulundurarak iki anlamda söyleriz: Biri, kendileri de şimdi hocalık yapmakta olan birtakım insanları yetiştirmiş, onların öğretmeni olmuş kişi öbürü, belirli bir konunun, alanın en birikimli, en sözüne güvenilir bilgini ya da, hiç değilse, en güvenilir birkaç isminden biri olarak kabul edilen kimse.

Ne zamandan beri burada sütun komşusu olarak yazdığımız Korkut Boratav, işte böyle bir “hocaların hocası”dır.

Korkut Hoca, geçen hafta burada iktisat mesleğini yürütenlerin ahlakına ilişkin küçük bir sorgulama yaptı. Bazı batı ülkelerindeki güncel tartışmalara değinerek iktisatçıların meslek ahlakı söz konusu edildiğinde bakılabilecek basit, ama güncel geçerliliği pek açık bir göstergeyi ele aldı.

Onun yetiştirdiği ve bazılarını yakından tanıdığım bugünün hocaları, en azından onlar, bu yazıyı öğrencilerine okutmalıdırlar. Kısa, kolayca okunabilen bir yazı. Üç beş sayfayı bile okumaya erinen en tembel öğrenciler de rahatça okuyabilirler. Ben hoca olsam, bu yazıyı okumamış öğrenciyi sınava almam.

“Danışman, uzman, yönetici olarak bilgisini, kafa emeğini şirketlere, bankalara satan akademisyenler örneğin bizde bir zamanlar ‘holding profesörleri’ diye adlandırılan iktisatçılar bilim yapabilirler mi?”

Yazısına bu soruyla başlıyordu Korkut Hoca. Buradaki “holding profesörü” yakıştırmasının mucidi, yanlış hatırlamıyorsam, Uğur Mumcu’dur. Yine belleğim beni yanıltmıyorsa, bu icada esin veren kişi ise asistanlığı sırasında ünlü Yön bildirisinin ilk imzacıları arasında yer almış olan İstanbul İktisat Fakültesi profesörlerinden, sonradan iki oğlu da aynı yerde iktisat profesörü olmuş, Erdoğan Alkin idi. Kendisinin bu yakıştırmanın hakkını vermeye devam edip etmediğini ve oğullarının da aynı çizgiyi izleyip izlemediklerini bilmiyorum. Önemi yok zaten çünkü, böyle ayrıntıların da meraklısı vardır ve bunlardan da bazı şeyler öğrenmek mümkündür diye bu paragrafı araya sıkıştırdım.

Ben işin biraz daha farklı bir iki yanına kısa değinmeler yapmak niyetindeyim.

Biri, iktisat diye andığımız disiplinin insanı alıklaştırmasıyla ilgili. Bir başka iktisatçı, daha doğrusu iktisatçılığını epeydir geri plana atıp nerdeyse unutmuş ve unutturmuş, bir başka “hocaların hocası”, yıllar önce, kendisini mahkum ettiği sürgünde yazarken, zamanın başbakanı sarışın hanımefendinin soyadını ve başka özelliklerini irdeliyordu. O irdelemeye göre, “Çiller” adındaki “çil” sözcüğünün anlamlarından birinin “ahmak” olduğu anlaşılıyor. İlkin Avrupa’daki Kürt basınında yayımlanan bu yazı, sonradan, 1996’da Türkiye’de yayımlanan bir kitapta da yer almış ve ben bu kitabı o zaman iktisat alanında akademik çalışma yapan sevdiğim bir genç arkadaşa hediye etmiştim. Hediye ederken de şu satırların altını çizdiğimi hatırlıyorum: “(…) elimdeki Farsça sözlük, ‘ahmak’ üzerinde kuşku olmaması için Sarrac’dan bir küçük şiir koymuş: ‘Ahmak kırk sene bilgiler kazansa da anlayışlı kimselerden daha olgun nasıl olur”, bu, Sarrac’ın şiirinin düzyazıya dökülmüş biçimidir. Bu, bir ahmak, doktora yapsa da, profesör olsa da yine ahmaktır, anlamına geliyor. Sarrac değinmiyor ama ben çok değindim, eğer doktora ve profesörlük iktisatta ise doğuştan ve aileden gelen ahmaklık daha da artıyor.” (Yalçın Küçük, Yürüyüş, Akış Yayıncılık, s. 95.)

Yetişmesinde Korkut Hoca’nın da epey emeği geçmiş o arkadaşım, hem efendiliğinden hem de kararını çoktan vermiş olduğundan, hiç itiraz etmemişti. Pek çok konuşurduk ve ona hep, oğlum, aklı başında adamsın, devrimcilikten de vazgeçmemişsin, bırak bu iktisadı miktisadı da daha yarayışlı işler yap, der dururdum. O tür sözlerimi dinlerken önemli bir itirazının olduğunu hatırlamıyorum. Ahmaklaşmadan da bu işin yapılabileceğini düşünürdü. İtiraz etmeyişi kuşkusuz o yüzdendi, başka neden olabilir!

Neyse ki, benim ayartmalarıma uymayıp bildiğini okudu ve şimdi profesör bile oldu. İyi de oldu. Sadece ahmaklar profesör olacak değil ya…

İyi oldu ama, artık düşündüklerini yapıp göstermek onlara kalmış. Öyleleri için diyorum işte, bu tür temel yazıları öğrencilerine okutup kavratmadıktan sonra neye yarar onların iktisatçılıkları, profesörlükleri, şunları bunları… Böyle yazdığıma bakıp şimdinin hocası o eski öğrencilerin bugün farklı davrandıklarından kuşkulandığım sanılmasın tam tersine, hiç değilse benim bildiklerimin, devrimciliklerine ihanet etmediklerinden eminim. Keşke sayıları daha çok olsaydı…

Bu vesileyle değinmeye niyetlendiğim bir başka yanı daha var bu konunun o da, iyi/kötü, doğru/yanlış, haklı/haksız türünden ahlak alanına ilişkin değerlendirmelerin ve az çok tutarlılığı olan bir ahlak arayışının nesnel sınırlarıyla ilgili.

İktisatın burjuvazinin iktidar yürüyüşünün bilimi olarak geliştiğini ve burjuvazi kendisini güvende hissettiği sürece gelişmesini sürdürdüğünü biliyoruz. Kapitalist rejim, evrimin geçici bir tarihsel evresi değil de toplumsal üretimin mutlak son biçimi olarak görülürken, sınıf mücadelesinin su yüzüne çıkmadığı ya da kendisini ancak dağınık ve tek tek olaylarla ortaya koyduğu dönemlerde, iktisat ya da siyasal iktisat da bir bilim olarak kalabilmişti. Ama, burjuvazi iktidarı aldıktan sonra durum değişti.

Nasıl değiştiğini, Marx, Kapital’in önsözünde, yukarıdaki paragrafa özetleyerek aktardığımız sayfanın hemen bir sonrasında, şöyle anlatıyordu: “Fransa’da ve İngiltere’de burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra, sınıf mücadelesi pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini ücretli yumruklaşmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur göstermeler almıştı.” (Sevmediğim bazı sözcükleri aynı anlamı taşıyan başkalarıyla değiştirdiğim için kaynak göstermiyorum. Çevirmen Alaattin Bilgi’nin çok değerli emeğinin ve Sol Yayınları’nın bizim tarihimizde çoktan yerini almış katkısının ürünü olan Türkçe basımdan aktardığım, konuya az çok yakınlığı olan herkes tarafından anlaşılmış olmalıdır.)

Demek, iktisatçılarda bir meslek ahlakından söz edebilmenin böyle bir sınırı bulunduğunu, tek tek bu mesleği sürdüren insanlarda herhangi bir ahlak arayışının varlığından bağımsız ya da o tür bir arayışı yönlendiren, belirleyen yahut etkileyen bir nesnel çerçevenin var olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Şöyle de anlatılabilir: Bir meslek ahlakından söz edebilmek, onun vazgeçilmezlerini ortaya koyabilmek, başka bir iktisatın gerekli olduğunu görmeden mümkün olmaz. Çoktan iktidarda olan ve iktidarı ölümcül badireler atlatmaya devam eden burjuvazinin desteklediği, kolaylaştırdığı, genç kuşaklara aktarılıp kalıcılaşmasını sağladığı iktisat ise, onun sınırları içinde devinen meslek erbabı için, bir ahlak arayışını saçma bulur tehlikeli bulmadığı zamanlarda elbette… Böyle bir açıdan bakıldığında, şu sıralarda Amerika’da önerildiği kadarıyla, iktisatçıların raporlarını yazar, görüş ve önerileri ile öngörülerini açıklarken, herhangi bir şirketten, iktisadi kuruluştan para alıp almadıklarını, onlar hesabına çalışıp çalışmadıkların açıklamaları, bir gereklilik sayılsa bile, yeterli olmaktan çok uzaktır.

O kadarıyla yetinmek mümkün değildir ve Profesör Boratav’ın geçen haftaki yazısının sonunda dile getirdiği ve sadece iktisatçılara değil bütün sosyal bilimcilere yönelttiği çağrıya uymaktan başka bir yol yoktur:

“Patronlarınızın, sermayenin ve siyasi iktidarlarınızın çıkarlarına, baskılarına teslim olmayın… Bilimsel özgürlüğün önkoşulu olan eleştirel tavrınızı ödünsüz koruyun bu tavrı öğrencilerinize taşıyın onlarla birleşin…”