“İdeolojik”

Tırnak içinde olduğuna göre, başka bir kaynaktan, bir kişiden alınmış demek oluyor. Tırnak işareti görüldüğünde ilk akla gelen budur ancak, bir de, bununla birlikte ve kimileyin bundan bağımsız olarak, sözcüğün asıl ya da en yaygın anlamının dışında bir anlamı çağrıştırmak amacıyla da kullanılır. Bunları biliyoruz.

Başka bir yerden alındığı belli olduğuna göre, güncel gündem de hatırlanacak olursa, kimin ağzından aktarıldığını ayrıca belirtmeye gerek kalmıyor.

Bay Erdoğan’ın itikadınca bu işçilerin yaptıkları son derece “ideolojik” bir iş ve eylemdir dolayısıyla, bunu söyleyince ve sık sık tekrarlayınca bütün millet onların ne kadar kötü insanlar olduklarını ve yaptıklarının ne kadar zararlı bir iş olduğunu hemen, uzun boylu açıklamaya ve zaman harcamaya gerek kalmadan anlayacaktır. Kodlamanın, birtakım kodlarla konuşmanın amacı yahut yararı da o değil midir zaten? Bir yığın uğraşıp zaman harcayarak, o arada, anlatılmak istenenin doğru olarak anlaşılmasını da pek garanti edemeden konuşmak, yazmak yerine iki satır çiziktirip birkaç lakırdı ederek herkesin anlaması gerekeni dile getirmek.

Buradaki “dile getirmek” deyişi, ele aldığımız duruma uygun düşmüyor aslında. Onun yerine, ıslık çalmak daha uygun olabilir ama öyle güpegündüz ve keyifle değil, çaresiz bastıran korkuyu def etmek üzere, sözgelimi, geceleyin mezarlıktan geçerken ıslık çalmak.

Evet, bu eylemler “ideolojik”tir denilirken anlatılmak istenen budur: en hafif anlamıyla hoş değil, kötü, hatta tehlikeli. Biraz daha zorlanırsa, yahut coşarsa, anlatılmak isteneni bütün açıklığıyla da söyleyebilir: yıkıcı, bölücü, sosyalist ve hatta komünist.

Şu son söyleyiş, gerçek darbelerde, bundan 30 yıl öncekinde de değil, 40 yıl öncekinde radyolardan dinlemeye alıştığımız sıkıyönetim bildirilerini hatırlatıyor. Zaten ben de onları hatırlayarak yazdım. Oraya biraz sonra geleceğiz. Şimdi, bu “ideolojik” kodlamasının nereden kaynaklanıyor olabileceğine ilişkin bir akıl yürütmeye girişmek niyetindeyim.

Bir kez, kullananların kökleri ve yetişme biçimleri ile bağlantılı olduğunu düşünmekte herhangi bir yanlışlık olmasa gerektir. Bugün bizdeki dinci sağ akımların, belki küçük bir düzeltme ile, onların ezici çoğunluğunun, öteki sağ gibi, apaçık bir sol ve sosyalizm düşmanlığından geldikleri kesindir. Bundan yıllar önce, bir taşra kentine siyasi toplantılar yapmaya gittiğimde tanıştığım üniversite öğrencisi bir gencin anlattıklarını hatırlıyorum. “Abi, o altmışlı yıllarda sizin mitinglerinizi falan basıp saldıranlar arasında benim babam da vardı mutlaka!” demişti. O arada, ablasının da Avrupa’daki Türkiyeliler arasında dinci sağın kadın örgütlenmesinin önde gelenlerinden olduğuna değinmişti. Kendisi ise buradaki sağcı gençlerin en militan örgütlerinden birinin içinden kendi kendine yaptığı sorgulamalar sonunda kopup bir çıkmaza saplanmak üzereyken bizim çocuklarla karşılaştığını, onlar sayesinde hayata ve mücadeleye tutunduğunu anlatmıştı. Gece yarısını epey geçen bir saatte Ankara’ya dönüş otobüsüme kadar beni yolcu etmesi için görevlendirilmişti. Ne sevimli bir çocuktu! Hâlâ yoldaşımdır.

Eskinin sosyalizm düşmanı dincileri ile şimdikiler arasında böyle biyolojik anlamda kan bağının örnekleri, herhalde, sınırlıdır asıl belirgin olan, toplumsal ve siyasal kan bağıdır. Öyledir de, sözü fazla dağıtmadan, başlattığımız akıl yürütmeyi sürdürelim.

Direnişteki işçilerin sloganları, onların eylemi için yapılan “ideolojik” kodlamasına yol açan nedenlerle ilgili bir başka ipucu olabilir. Nasıl haykırıyor işçiler? Örnek olsun, geçen gece televizyon ekranlarında herkes izleyebilmiştir herhalde, açlık grevindeki işçiler “Zafer, direnen emekçinin olacak!” diyorlardı hep bir ağızdan. Sık sık “Zam, zulüm, işkence işte akepe!” dediklerini de işitiyoruz. Bunları kendisi de işittikçe celalleniyordur söz konusu kodlamayı tekrarlayıp duran zat-ı muhterem. Haksız sayılmaz, kim olsa sinirlenir. İyi de, ne demeleri beklenirdi işçilerin? “Zafer, uzlaşanlarındır!” yahut “Merhamet, ya seyyid!” diye mi haykıracaklardı? Yoksa “Canımız akpartimiz, biraz daha vur bize!” diye ricacı mı olacaklardı?

Yine de, bu sloganların yönetenler, hele o köklerden gelenler için yeterince irkiltici, kızdırıcı, kışkırtıcı olduğunu kabul etmek gerekir. Tamam da, kökler deyince, demin hatırladığımız askeri darbeleri ve onların vazgeçilmez araçları olmuş sıkıyönetimler ile bildirilerini atlamak ne mümkün! İlk önce 12 Mart’tan hatırlıyoruz, o zamanlar sadece devlet eliyle yayın yapan radyolarda değişik illerin sıkıyönetim komutanlıklarının bildirilerini art arda yahut ayrı ayrı dinlerdik: “Son günlerde bölgemizde birtakım ideolojik eylem ve faaliyetlerin yeniden hortlatılmaya çalışıldığı müşahede edilmektedir. Bunların birtakım Marksist, Leninist ve hatta Maoist mihrak ve örgütler tarafından meydana getirildiği kesinlikle tespit ve teşhis olunmuştur.” Bizim üniformasız ve üniformalı yönetenlerimizin dilinde bu kalıbın aşağı yukarı 40 yıllık bir geçmiş vardır: “Bilmem ne, bilmem ne ve hatta bilmem ne” olan örgütler, kişiler, eylemler… Zaten bugünün yönetenleri bütün eğitimlerini darbe ve sıkıyönetim dönemlerinde almış, ya onlar tarafından ya da onların yarattıkları uygun koşullarda yetiştirilmişlerdir. Biraz daha somutlaştırılarak söylenirse, hemen hepsi 12 Eylül çocuklarıdır. Daha ince eleyip sık dokunduğunda ise 12 Eylül’ün uzun uzun yetiştirilmiş, 28 Şubat’ın hemencecik ortaya atılıvermiş çocuklarıdır, demek de mümkündür.

Bu yazının başından beri karşımızdakilere hak vermek gerektiğinde bundan kaçınmadığımız görülmüş olmalıdır! Şimdi yine bu haktanır tutumun devamı niteliğinde bir değinmeye sıra geldi.

Cuma gecesiydi galiba, televizyon ekranlarında izlenebiliyordu, direnişçilerden bir kadın işçi şunları söylüyordu not edemedim, o yüzden belleğimde kaldığı kadarıyla yazacağım: “Ne ideolojisi? Burada bir tek ideoloji varsa, o da emektir.”

Bütün toplamın temsil edici bir ortalaması olarak, şimdilik, bu kadardı. Ama bu kadarı da yeterince sağlamdır geliştirilmeye açıktır, elverişlidir. Öte yandan, bunun ne çok kolay ne de çok kısa sürelerde gerçekleşebilecek bir iş olduğu akılda tutulmalıdır.

Karşımızdakiler de bunun kolay ve kısa sürede becerilebilecek bir iş olmadığının farkındadırlar o kadarcık bilgi yahut sezgileri vardır. Rahatlıkları buradan bütün rahatlıklarına rağmen gizleyemedikleri korkuları ise genlerinden gelmektedir, kalıtımsaldır. Şunu görmemeleri, az çok kestirememeleri, mümkün değildir: Direnenlerin tümü emekçi olmanın ne demek olduğunu, ne yapmayı ve ne yapmamayı gerektirdiğini anlayarak, kimileriyse bu noktadan daha da ileriye gitmiş olarak çıkacaklardır direnişten. Onların “memleketlerine” dönüşleriyle birlikte, İktisat terimlerinden esinlenerek söylersek, oralarda bir hızlandıran ve çoğaltan etkisinin ortaya çıkması neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Yönetenlerin bundan ürkmeleri kadar doğal ne olabilir?

Sonuç olarak ve kısaca, şöyle toparlanabilir: İşçiler ve yaptıkları ne kadar ya da nasıl “ideolojik” ise onları böyle suçlamanın kendisi, dolayısıyla, bu suçlamayı yapan da o kadar yahut öyle “ideolojik”tir. Başka türlüsü olamaz çünkü, her sınıfın ideolojisi vardır ve bu ideolojilerin o sınıfın mensubu olanları ve olmayanları etkilemesi söz konusudur. Aslında, buraya kadar herhangi bir suç yoktur suçlamak da saçmadır. Ama, hükmünün doğruluğu kendinden menkul bir “göksel yargıç” konumuna yerleşerek kendinden başka herkesi suçlamanın kendisi bir suç sayılabilir.

O suçun cezasını kesecek olanlar, kuşkusuz, suçlananlardır. Bunu yapabilmeleri ise kendi ideolojilerinden güç alıp alamayacaklarına, bu anlamda, ne kadar “ideolojik” olabileceklerine bağlıdır.