Hayalin pembesi ile devrimcisi

Ah insanlar, zavallı insanlarımız!

Böyle mi başlamalıydık acaba?

Yok, o kadar da olmaz. Romantiklerin, bütün fraksiyonları gibi pek incelikli ve kibar olmakla birlikte, en aşırı, ama en çok da çaresiz bir kolu olarak konuşmuş yahut yazmış olurduk o zaman.

Oysa, insanlarımız ne o kadar zavallı ve çaresiz, ne de o kadar suçsuz ve günahsız.

Yine de şu kadarını ısrarla söyleyebiliriz: Seçmen kimliğiyle halkımızın ne akıl sır ermez, hikmetinden sual olunmaz mesajlar verdiği, ne kulaklar çekip ne yollar gösterdiği ve kuşkusuz son olmadığı gibi hiçbir zaman son olmayacak bir seçimi daha idrak ettikten sonra, pembe hayallerin ortaya çıkması, çıkarılması, yaratılıp dolaşıma sokulması, kolayca anlaşılabilir bir durumdur. Her ne kadar, biz  ve bizim türümüz “boşuna seçim” desek, hatta bunu geçici, şu ve şu koşullara bağlı olarak değil kesin bir nitelik olarak tekrarlayıp dursak, karşımızdakiler de kutsal sandığı aynı ölçüde kesin ve tartışma dışı bir biçimde ileri sürmek zorundadırlar; çünkü, pek arkaik ve inandırıcılıktan uzak da olsa, bundan başka meşruluk dayanakları kalmamıştır. Vergi verip vermemek, şu ya da bu kadar zenginliğe sahip olup olmamak, falan ya da filan dinden, mezhepten, etnik kökenden gelip gelmemek türü kayıt ve koşula bağlı olmadan, herkes için, üstelik de birbirine eşdeğer olarak sayılacak tek bir oy hakkının elde edilmesi, tarihsel olarak çok esaslı bir ilerleme olmuş; bu ilerleme, zamanla ve ezilmişlerin mücadelesiyle yayılmış, sınırlardan ve kısıtlardan şu ya da bu ölçüde arındırılmıştır. Başka bir anlatımla, evrensel ya da genel oy hakkı, en ilkel biçimiyle bile, ezilen halk yığınları için bir ilerleyiş, bir ferahlama adımı olmuş, o insanlar bu adımın sağladığı bazı iyileşmeleri görüp yaşamışlardır. Meşruiyet denilenin kaynağı budur; geniş halk yığınları, çok uzun zaman dilimleri boyunca ne kazandıklarını anlayamadan yaşayıp gittikten sonra bile olsa, elde ettiklerinin somut sonuçlarının farkını az çok kavradıkları zaman, ancak o zaman, sandığı kutsallık mertebesine yükseltme girişimleri çoğalmış ve o yığınların önünde büsbütün soytarı derekesine düşmeden savunulabilir olmuştur.

***

Seçimin beyhudeliği, son iki aydır ileri sürdüğüm argümanların dışındaki dayanaklara başvurarak da açıklanabilir duruma geldi. Bununla birlikte, başka ülkelerde de vardır ama onları bir yana bırakalım, bizdeki kapitalist sınıfın ezelden beri hayali olmuş “büyük koalisyon”, düzenin “siyasi yelpaze” denilen gariplikteki yerlerine göre tanımlanmış en “büyük” sağ ve sol partilerinin bir araya gelerek hükümet kurmaları, ciddi ciddi gündemdedir. O kadar ki, önümüzdeki günlerde başlatılabilecek bu tür bir koalisyonun, Almanya benzeri bazı ülkelerde görülebilmiştir, beklentilerin çok üzerinde bir uzun ömürlülük göstermesi, belki de yeni bir AkP iktidarı sürekliliğine ulaşması mümkün olabilir.  Bu konu, Erdoğan’ın, kendisine 2003’den beri birden çok kez hayati yardımlarda bulunmuş Baykal ile yaptığı “sürpriz” görüşme dolayısıyla farklı bir biçimde gündeme geldi. Sözünü ettiğim yardımlarla ilgili olarak bizim Yalçın Hoca’nın yazıya da dökülmüş, o arada en son kitabında yer almış, veri ve değerlendirmelerinin olduğunu biliyoruz. Bu bilgi, şu günlerde onun canibinden  gelebilecek yeni haber ve yorum beklentilerini kışkırtıyor elbette; belki de, bu yazı okunmaya açıldığında, onlar da okunuyor ya da okunmaya hazır olacak.

Onlar bir yana, Demokrat Parti istibdadının süresini çok aşmış ve, eğer pek de doğru olmayan bir biçimde bütünlük taşıdığı varsayılırsa, Kemal Paşa döneminin süresine yaklaşmış, dolayısıyla farklı halk kesimleri üzerinde boğucu ve artık dayanılması çok güçleşmiş etkilere yol açtığı besbelli AkP iktidarını geride bırakma işaretleri taşıyan seçim sonuçlarının, bir rahatlama yahut ferahlama beklentisini kışkırtması şaşırtıcı değildir. Buna karşılık, böyle bir beklentinin, pembe hayalleri de beslediği, daha açıkçası, bu tür hayallerin yaratılması için şu sıralarda özel çaba gösterildiği ortadadır. Önümüzdeki günlerde, belki haftalarda, bu hayallerin sürdürülmesine tanık olabiliriz. Ancak, bunların, dramatik mi demeli trajik mi, bilinmez, bir biçimde sonlanması kesindir. Öte yandan, geçen hafta burada, yakın geleceğe ilişkin tahmin ya da öngörüler olarak yazdıklarımızın, hiç değilse bazılarının, yakın gelecekten de daha yakın bir zamanda gerçekleşebileceğinin işaretleri uç vermektedir.          

***

Buradan yola çıkıp ulaşmamın garip kaçmayacağını sandığım nokta şu: Hayaller olmasaydı gerçekler de, biraz daha ileri gidelim, hayatın kendisi de olmazdı. Ancak, burada önemli olan ayrıntı, dolayısıyla ayrıntı olmanın ötesinde işin özüyle ilgili olan nokta şudur: Hayaller de çeşit çeşittir.

Şimdi, “çeşit çeşit” deyip bu çeşit sözcüğünü art arda iki kez yineleyerek kullanınca, çoğu kez olduğu gibi, bizim Muhsin Efendi ve onun yaklaşık on on beş kişilik bir gruba yaşattığı birkaç dakikalık gülme krizi aklıma geldi.

Sözü iyice dağıtmak pahasına da olsa, anlatmadan geçemeyeceğim. Bu adını andığım kişi, benim eski işyerimde uzun yıllardır çalışan ve Alevi olduğunu gizlemeyen bir emekçiydi. 12 Eylül 1980 tarihinde ülkemizin ve bu ülkede yaşayan her emekçinin, o sıralarda yaşayanların değil sadece, ondan sonra doğup yaşamaya başlayanların ve hâlâ yaşamakta olanların canına okuyan şimdiki despotizmin de kurucusu olan apoletlilerin şefi, apoletlerini soyunup  halkımızın bugünkünün geçen yıl aldığıyla kıyas kabul etmeyecek derecede ezici çoğunluğunun oylarıyla devletin ve dahi cumhurun başı olduktan sonra, mutat ziyaretlerinden birini yapıyordu. Bir tren vagonunu andıran otomobili bizim kurumun bulunduğu kısacık ve daracık sokağa güç belâ girmiş, sokağın iki yanındaki binaların çatısına mevzilenmiş keskin nişancılar yetmiyormuş gibi o devasa arabanın iki yanına asılmış tuhaf kıyafetli ve tuhaf silahlı koruyucular daha araç durmadan aşağı atlayarak hem korkutucu hem komik bir gösteri yapmışlardı ki, bu sürrealist manzarayı inanmaz gözlerle ve sessizce seyreden toplulukta, bizim Muhsin’in sesi duyuldu. “Hey çeşit çeşit kullarını sevdiğimin Allah’ı!” Bu olağanüstü insani ve burada biraz sansürleyerek aktardığım tepkinin ardından gelen, ama ne olur ne olmaz korkusuyla çok da yüksek perdelere çıkmayan gülme krizini betimleyebilmem kolay görünmüyor.    

 ***

Diyeceğim, hemen her şeyde olduğu gibi hayallerde de “çeşit” vardır. Şu anda, kullandığım sözcüklerle ilgili bir gerekçelendirme ya da açıklama uğraşına girmek niyetinde değilim, bu yazdığımla ilgili olarak her okuyan şu ya da bu farklılıkta bir anlamlandırma yapabilir. Zaten başka türlü bir okuma nasıl mümkün olsun!

Benim tam da şimdi okura sunacağım hayal çeşidi ise, yıllar önce gerçekleşmiş bir yaşantıdan kaynaklanıyor. Yıllar önce dediğim, bundan tam 37 yıl önce, yine böyle bir Haziran gününde yaşanmış bir “fırçalama” olayı ve onunla bağlantılı birkaç anı kırıntısı.

İşte o dediğim zamanda, Türkiye’nin siyasal ve kültürel tarihinde benzersiz sayılabilecek bir yer tuttuğundan kuşku duymadığım, bizim Yürüyüş  dergisinde bir yazı yazmıştım. Yazının kendisine gelmeden önce, o yazı yüzünden başıma gelene değinmeliyim. Yazının yayımlanışını izleyen bir iki gün içinde, o sıralar bizim partinin merkez yöneticisi konumundaki, şimdi aramızdan göçük, bilinen ama son dönemde yaygın bir modaya dönüştürülmüş İslami deyişle, Hakkın rahmetine kavuşmuş, bir arkadaşımız beni çağırmış ve partiyi karıştırmak istediğime ilişkin güçlü kuşkularını dile getirerek ağır bir eleştiri yapmıştı; bu kadar kibar olup gerçekçiliğin tümüyle dışına çıkmaya gerek yok, düpedüz fırça atmıştı. Hatırladığım kadarıyla, çok yumuşak bir tonda cevap vermiş, hatta bir süre dostça bir tartışma yaptıktan sonra, ayrılmıştım. Şimdi olsa, o kadar dostça davranmayacağımdan, dostça ne söz, muhatabımın boğazına sarılmaya yelteneceğimden kuşkum yok. Demek, yaygın kabulün tersine, insanın gençken pek delifişek, yaşlanınca mutedil olduğunu ileri sürerken o kadar da emin olmamak  gerekiyor.

Sadede gelirsek, neredeyse kırk yıllık eskimişliği olan o yazıda, hayal ile gerçeğin birliğinden söz etmişim. Bunu yaparken de, birincisi, Marx’ın Kapital’de yazdığı o benzersiz pasaja göndermede bulunmuşum, kitap karıştırmadan, belleğimde kaldığı kadarıyla yazıyorum: Arı peteğini örerken mimarı kıskandıracak bir iş yapar; ama, en acemi mimarı arıdan üstün kılan, inşa edeceği yapıyı, önceden, kafasında kurmasıdır.

Bir de, Lenin’in hayal kurmanın ya da rüya görmenin önemi üzerine yazdıklarından söz ettiğimi hatırlıyorum o yazıda. Hatta, bu dediğim, çok ünlü Ne Yapmalı’dadır. O çalışmanın pek  de  üzerinde durulmamış bir yerinde, şimdi yerini buldum, şöyle der büyük devrimci:

“Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi olarak inanırsa, hayatı dikkatle gözler, gözlemlerini hayalgücünde kurduğu çatılarla kıyaslarsa ve eğer, genel olarak, rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki çelişmenin hiçbir zararı olmaz. Rüyalarla hayat arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır.”

Bundan sonra da, 12 Mart’ın burjuvazi açısından en büyük kazancının ve bizim açımızdan en büyük kaybın, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin sosyalizm ekseninden koparılması olduğunu yazmışım.

Bugün, bakıyorum da, Allah Allah diyorum, şimdiki aklım olsaydı “demokrasi mücadelesi” falan gibi laflar etmezdim de, bunların partiyi karıştırmakla nasıl bir ilgisi olabilir!

Neyse ki, çok şükür diye de eklemekte bir sakınca yok, o günler geride kaldı. 

***

Son olarak, böyle ikide bir, haydi kendimize haksızlık etmeyelim, aklımıza geldikçe, eski yazıp söylediklerimizden söz etmekten kendimizin de  rahatsızlık duyduğumuz kesindir. O halde, bir daha bu rahatsızlığa yol açmamak konusunda bir söz vermenin yeri gelmiş demektir.

Bir daha, çok çaresiz kalmadıkça, yazdıklarımıza bir çeşni katmak bakımından gerekli görmedikçe, bu tür göndermelerde bulunmayacağım.

Elbette, bir koşulla: Eğer yazmaya devam edebilecek gücüm olursa.