Hastalık Nasıl Seyredecek?

Şimdi, Yalçın Küçük üstadın kendi ediplik birikimine yaraşır ve pek yerinde deyişiyle, Baykal’ın “dizine kaset sıkıldıktan” sonra, doğal olarak, aşağı yukarı her kafadan bir ses çıkarken, söze böyle girmenin bir anlamı olması gerekir. Var elbette.

O anlam şurada aranmalıdır: Artık asıl önemli olan, bundan sonra neler olacağına yoğunlaşmak ve bunu yaparken saflarımızdaki bir hastalığı gözden kaçırmamaktır.

Ancak, bunu demekle, aşağılık bir durumun yaratılıp ortaya atıldığını ihmal etmiş, bunun önemini küçümsemiş olmuyoruz. Üstadın, az önceki benzetmesini aldığımız oda.tv’ye yaptığı 11 Mayıs 2010 tarihli açıklamada elli yıllık arkadaşı olduğunu söylediği Bay Baykal ile hiçbir yakınlığım olmamakla birlikte, eşiyle onun belirttiği öğrencilik arkadaşlığından daha önemsiz sayılamayacak ve çok daha uzun bir işyeri arkadaşı tanışıklığım var. Dolayısıyla, oradan kaynaklanan bir insani yakınlıkla, yaratılan durumu herhangi bir aklı başında kimseye oranla daha büyük bir tiksintiyle karşıladığımı söylemeliyim.

Bununla birlikte, ben hem eski, hem eski kafalı bir komünist sayılırım o yüzden, şunu yazdığımda atılacak küfür ve eleştiri okları bana değmez: Yaşananlarda şaşılacak bir yan bulunmuyor çünkü, demokrasi budur. Fransa, İtalya, Birleşik Amerika, Türkiye fark etmez. Önemli önemsiz birtakım benzemezlikler olur da, rezillikte hiç fark etmez.

Hastalık konusuna gelince…
Bir buçuk yıl kadar önce, yine burada, “Ne Hastalıkmış!” diye şikayet dolu bir başlıkla yazdığım yazıda, nicedir solumuza bulaşıp kalmış bir hastalığı tanımlamaya çalışmıştım. Özetleyerek aktarırsam, bu hastalığın başlıca dört belirtisi vardı. Birincisi, hastalık belirtileri ortaya çıkmadan önce, CHP ile kurulmuş bir organik ilişki olmamalıdır. İkincisi, CHP’nin programı, politikası, söylemi, eylemi, şusu busu ile bir akıl ya da gönül bağının söz konusu olmaması gerekir daha doğrusu, böyle bir bağın hasta tarafından yeterli bir güvenilirlik ve kesinlikle reddediliyor olması şarttır. Üçüncüsü, hastanın, CHP’nin yöneticilerini, en azından başkanını, onun en yakınındakileri, üst yönetim organlarını hiç beğenmediğini, beğenmek ne söz, onlardan nefret ettiğini ve bunu içtenliği kuşku götürmeyecek bir biçim ve biçemde dile getirdiğini gösteren nesnel veriler var olmalıdır.

İlk üçüyle birlikte, dördüncüsü, herkesin tavrının tek tek hesaba katılacağı bütün önemli durumlarda CHP’nin desteklenmesidir. Elbette, bu durumların, en sık ve belirgin biçimde ortaya çıkışı seçimlerle olmaktadır. Tanı amaçlı incelemeye konu edilen kişi, her türlü seçimde, bazıları artık standart kategorilere sokulabilmekle birlikte, zaman zaman şaşırtıcı bir yaratıcılığın da ürünü olabilen gerekçelerle CHP’ye oy vermekte çoğu durumda, oy vermekle de kalmayıp oy verilmesini şu ya da bu düzeydeki bir militanlıkla savunmaktadır. Tanı koyma çabamızın son yol gösterici işareti budur.

İşte bu belirtileri ya da bulguları bir arada saptayabilmek mümkün oluyorsa, “CHP’cilik” tanısını koymakta herhangi bir sakınca yok demektir.
Bu hastalık, solumuzdaki her bireye, “sokaktaki vatandaş” konumunda olandan çeşitli akımlarla örgütlerin “kadro” niteliğindeki mensuplarına kadar herkese musallat olabilmekte, hatta zaman zaman bireysel olmanın ötesine geçerek kolektif bir nitelik kazanmakta ve “toplu cinnet vak’aları”na dönüşebilmektedir.

Demem o ki, bundan sonra olup bitecekleri gözlerken, nasıl tanı konulacağına ilişkin en kısa bilginin yukarıda yeniden özetlendiği bu hastalığın seyrini izlemezsek, kendimizi yok sayma ile eş düzeyde bir yanılgıya düşmüş oluruz. Öyle ya, ortalıkta bir yığın iş dönüyor ve biz kendimizi bunlara kaptırıp, kendi bünyemizde var olduğunu epeydir bildiğimiz, basbayağı ölümcül bir hastalığın bunlardan nasıl etkilendiğine, kabuğuna çekilip fark edilmez mi olduğuna yoksa büsbütün azıp bütün hücrelerimizi istila etmeye mi başladığına hiç aldırmıyoruz. Buna, sarı Paşa’nın ünlü deyişiyle, “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olmak” denmez de ne denir?

Ayrıca, bu hastalığın nasıl seyredeceğini izleyip denetim altında tutmaya çalışırken, çok daha yeni, dolayısıyla henüz yerleşiklik ya da yaygınlık kazanmamış bir başka hastalığın da bir tür “paralel seyir” göstermesinin muhtemel olduğunu akılda tutmak gerekir. İlm-i tababette böyle bir terim çok mu saçma bulunur, bilmem de, bu “akraba hastalık” için en uygun deyiş “akepe’cilik” olabilecek gibi görünüyor. Demek istediğim, “chp’cilik” ilerler ya da gerilerken, “akepe’cilik” de doğru ya da ters yönde bir değişim gösterecektir çünkü, ilkiyle bağlantılı olduğu kuşkusuz bu ikincisi de artık bizim solumuzda bütün belirtileriyle kendini göstermiş durumdadır. Dolayısıyla, ikisini birlikte gözlemek ve ona göre önlem almak, bir zorunluluk durumuna gelmiştir.

Bunu yaparken, her zaman olduğu gibi, “ehveni şer”, kötünün iyisi yaklaşımından uzak durmak birincil koşul olmalıdır. Daha açıkçası ve yerli bir deyişle, kırk katır ile kırk satırdan birini seçmek zorunda değiliz. Biraz daha dışarlıklı bir anlatımla, veba ile kolera arasında seçim yapmak bizim işimiz olmamalıdır.

Bu çok mu klasik bir yaklaşım oldu, görünürdeki güncel saflaşmadan çok mu uzak düştü?

Peki, şöyle de diyebiliriz: İçimizdeki bir hastalığı adlandırırken yararlandığımız siyasal oluşum, bir numarasının dizine sıkılanlardan sonra şöyle ya da böyle biat yolunu mu kavga yolunu mu seçiyor, hele onu belli bir inandırıcılıkla ortaya koysun, yeniden bakılabilir.