Gerilim ve ölüm

Ülkenin uzunca süredir tutsak edildiği durumu bu iki sözcükle özetlemek mümkün görünüyor.

Bir kez, çok belirgin bir gerilim hali var. Ama hayatın kendisinde var olan ve, belki de, olmazsa hayatın devam edemeyeceği türden bir gerilim değil bu. Tam tersine, insanları yaşamaktan bezdiren; onları yaşamı sürdürebilmek için paralize olmaya, pısmaya, direnilmesi güç zorbalıklar karşısında değil sadece, neredeyse her höt diyene boyun eğmeye zorlayan bir gerilim. Kapitalizm dediğimiz toplumsal-iktisadi yapının, onun ulaşmış bulunduğu evrede insanlara sunduğu, sunabildiği, böyle pek kibarca anlatımlara uygun davranamadığı birçok durumda da düpedüz dayattığı hayat tarzının az çok farklı bütün  görünümlerinde, kimileyin akıl almaz boyutlara ulaşmak üzere, gerilim, gerginlik, kavga-gürültü, saldırganlık benzeri sözlerle dile getirilebilecek bir durum var. Bu durumun, hemen her coğrafyada ortaklık kazanmış bir özelliği de kalıcılık ya da süreklilik. Hiçbir zaman eksik olmuyor; yer ve zamana göre şiddetinde farklılıklar olabiliyor, ama hiç ortadan kalkmıyor.

Öte yandan, ölüm, bu gerginlik ve gerilim durumunu büsbütün dayanılmaz kılmak için görevlendirilmişçesine, üstelik “Hayatta her fani ölümü tadacaktır.” türünden sevimsiz hatırlatmaların çok ötesinde bir sıklık ve zalimlikle, kol geziyor. Evet, tam da böyle, önceki uzun cümleyi nasıl sonlandırabilirim diye düşünürken, bu deyimi hatırladım, ölüm kol geziyor.

Yeniden başlatılan Kürt savaşındaki ölümler geliyor hemen akla. Hem kullanılan silah ve cephanenin miktarındaki büyüklük, dolayısıyla ortaya çıkan ölümlerin vahşiliği, hem verilen aranın öncesindeki uzun sürmüş kanlı dönem, ayrıca bütün bunlarla birlikte başka etkenlerin de doğal ürünü olan bitip tükenmek bilmezlik, ölümün kol gezdiğinden söz edilir edilmez, doğal olarak, akla bunu getiriyor. Diyaliz makinesine bağlanabilmek için beyaz bayrakla sokağa çıkan ağır hastaların tam bir savaş durumunu simgeleyen görüntüsü, kokmasın diye derin dondurucuda bekletilen çocuk cesetleri, zırhlı aracın arkasına bağlanıp yerlerde sürüklenen ölü –hatta, yakınlarının iddialarına göre, daha ölmemiş- insan bedenleri, sokakta bulduğu bombayla oynarken ölen çocuklar, tezkeresine gün saydığı sırada son olduğunu bilmeden attığı bir adımla paramparça olan gencecik askerler… Ölümün, hem de insan hayatının sona erdirilmesinin en vahşi biçimlerinin ürünü olarak ölümün kol gezmesi başka nasıl olabilir?  

Bununla birlikte, ölümün kol gezmesi, Kürt savaşından önce de onun  ara verdiği dönemlerde de hiç eksik olmamıştı; eksik olmuyor; eksik olmaz.

Sözgelimi, ülkemizin kadınları, sadece kadın oldukları için, daha açık söylenirse, kocaları, sevgilileri, babaları, kardeşleri ve kendileriyle bu tür bir yakınlığı bulunmayan erkekler tarafından, onlara göre kadınlığın gereklerini yerine getirmedikleri için, hep öldürülürler. Saldırılardan ölmeden kurtulabilme ya da bu cinayetlerin nesnesi olmayıp dışarıdan izleyebilme şansına sahip olabilenler, demek ki, hemen hemen bütün kadınlar ise katillerin nasıl kolayca “hafifletici nedenler”  sarıp sarmalamasıyla üç beş yıl yatıp çıktıklarına tanık olurlar.

Öte yandan, “çekip vurmak”, bizim ülkemizin çok kullanılan bir deyimi ve yaygın olarak başvurulan bir eylemidir. Bıçağı çeker vurur, tabancayı çeker vurur, son zamanların alışkanlığı olarak pompalıyı çeker vurur, sopayı çeker vurur… Vurur da vurur… Bu vurmaların sonunda, örnek olsun, sopayı çekip cama vurduktan sonra bir tepsi baklavayı alıp giden çocuğun cezası, o tepsi götürülmesin diye bıçağı çekip vurandan daha fazla olur.

Diyelim, kadın değilsiniz ya da kadınsınız da bir erkeğin hışmına uğramayacak kadar talihli çıktınız, hatta herhangi bir çekip vurma eylemine de hiç muhatap olmadınız, hatta ve hatta bir iş bulup çalışacak kadar da şansınız yaver gitti. Yine de gerim gerim gerilmekten ve yok yere ölüp gitmekten kurtulmuş sayılmazsınız. Nedeni yeterince açıktır: Ya “fıtratında” ölmek bulunduğu büyüklerinizce tespit ve ilan edilmiş bir sektörde çalışıyorsunuzdur, ya uymanız gereken iş güvenliği kurallarına uymayarak itaatsizlik etmişsinizdir, ya da, uzatmaya ne gerek var, “vadeniz” gelmiştir.

Bu kadar da değil. Bizim ülkemizde bir yerden bir yere gitmek için bir taşıta binen insanın, bu amacının gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ve bu süreçte başına neler gelebileceği, tam bir belirsizliğin yanı sıra eksiksiz bir gerilimin konusudur. Hele yığınlar halinde insanın böyle bir aymazlık içine girebildiği kutsal bayram tatillerinin devletçe uzatılmış olanlarında, bu gerilim olağanüstü boyutlara ulaşır ve, her defasında, bu gerilimin temelsiz olmadığı kanıtlanır: Bu pek olağan bir yerden bir yere gitme işi sırasında ölenlerin sayısı, bütün yıl boyunca “trafikte” ortaya çıkan günlük ortalama ölü sayısının birkaç kat üstüne çıkar. Birkaç yıllık toplamı alırsanız, anlı şanlı kurtuluş savaşındaki şehitlerin de “ terörle mücadelede düşmüş şehitler”in de üzerinde sayılara ulaşırsınız.

Oysa, trafik denilen “şey”in hem en önemli bileşenlerinden hem de başlıca sorun kaynaklarından birini oluşturan motorlu taşıtlar, özellikle de onların içinde yer alan binek otomobili, kapitalizmin geçen yüzyılda insanlara sunabildiği pek gösterişli birkaç nimetten biridir. Ancak, bu nasıl nimetse, sonuç olarak, bir yandan insanların bir yerden bir yere gitmelerini güçleştirirken, bir yandan da bu yolculukları ölümcül tehlike barındıran serüvenlere dönüştürmektedir. Üstelik, kapitalizmin örgütlenme ve düzenleme yeteneksizliği öylesine ileri düzeylerdedir ki, diyelim, pırıl pırıl bir sonbahar günü öğlesinde, kaldırımda yürürken yahut durakta beklerken, size toplu ulaşım hizmeti sunmak üzere yollarda dolaştırılan devasa bir körüklü otobüsün sizi ve sizinle birlikte birçok kader arkadaşınızı  altına alıp ecelinizi gerçekleştirmesi, neredeyse sıradan bir olaydır.

Bir de basbayağı savaşlar var elbette. Onların nasıl bir gerilim ve ölüm nedeni olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek olabilir mi?

Savaş deyince ille de ülkelerin birbirlerine karşı resmen ilan edip yürüttükleri anlaşılmamalı. Örnek olsun, 6 Ekim Salı günü basında yer alan haberlere göre, Hava Kuvvetleri Komutanı’nın Hava Harp Okulu’nda yapılan kuruluş yıldönümü törenindeki konuşmasında değindiği türden savaşlar da kuşkusuz savaşın kendisidir. “Bugün aslında Türk Hava Kuvvetleri savaşıyor. Hem orta çaplı bir savaşın ötesinde hem de iki cephede savaşıyor.” demiş komutan. Doğrudur. Peki, savaşmakta olduğunu herkesin gördüğü jandarmayı nerede sayacağız? Askerlere göre herhalde kara kuvvetleri içindedir ama, AkP onları eskiden olduğundan daha farklı biçimde düpedüz içişleri bakanlığına bağladı, her neyse, bunların o kadar önemi yok, jandarma ordunun parçası değildir diyen olamaz. Ayrıca, sadece jandarma değil, kara kuvvetleri de savaşıyor. Hatta, deniz kuvvetleri bile, o kadar savaşın içinde görünmemekle birlikte, zaman zaman, birkaç gemi göndererek de olsa, “uluslararası” olduğu söylenen birtakım görevler çerçevesinde savaşıyor denebilir. Demek, TSK, hemen hemen bir bütün olarak savaş durumunda.

Peki, ordusu savaş içinde olan bir ülkenin barış içinde yaşadığı söylenebilir mi? Herhalde söylenemez.

Öyleyse, en etkili gerilim ve ölüm jeneratörü de devreye girmiş demektir.

Bütün bunlarla biçimlendirilmiş bir hayatı yaşamaya mahkum edilen insanların, akşam olup da her neredense ve her nasılsa evlerine dönebiliyorlarsa, kendileriyle ve çoluk çocuklarıyla birlikte sağ salim yatıp uyuyabiliyorlarsa, bu duruma şükretmeleri ve ertesi akşamı da aynı biçimde görebilmek için dua etmeleri, çok mu şaşırtıcıdır?  O insanların şu kadar yüzyıl sürmüş dinsel ideolojinin baskısıyla mı öyle mütevekkil ve muti olduklarını düşünmek gerekir, yoksa her gün yaşamak zorunda bırakıldıkları maddi gerçekliğin etkisiyle mi?

Çok büyük insan yığınlarının onlara oranla bir avuç sayılabilecek küçük bir grup  insan tarafından sömürülmesine ve bin bir türlü baskı altında tutulmasına dayanan kapitalizmin sonu, hiçbir zaman barış içinde gelmez. Ne bu yönde kulak verilmeye değer bir teorik öngörü söz konusudur, ne de pratikte bu tür bir gerçekleşme kaydedilmiştir. Sömürü ve zorbalık düzeni bunlara benzeyen ve benzemeyen, ama hepsi de süreğenleşmiş kavga gürültülerle gerilir, gerilir ve kimileyin geçici bir gevşemenin ardından yeni gerilimlere yönelir, kimileyin de kopar; koptuğunda, bunu bekleyenlerin, beklemekle kalmayıp hızlandıran ve bambaşka bir dünya için hazırlananların zamanı gelir. Bu kopma ne kadar çabuk, erken, görece acısız olursa, insanlık için o kadar iyidir!  Tersi olursa, “vay biz insancıkların haline!”

İnsanların yüzyıllardır yaşayıp durduklarına kader, yazgı, alın yazısı demeleri, anlaşılabilir bir durumdur. Başa çıkamadıkları bir güçtür boğuşup durdukları; kırk yılın başında bir parça olsun onu geriletir ya da durdururlar, ama sık sık da yerle bir olurlar. Bu anlamda, “kader” demeleri tümüyle kabul edilemez değildir. Hiç kabul edilemez ve mutlaka değiştirilmesi gerekli olansa, kaderin gökte değil yerde ve kendi ellerinde olduğunu anlayamamalarıdır. Bir de, ellerinde olanın onu düzeltip iyileştirmek değil, tümden ortadan kaldırmak olduğunu görememeleri…