Daha nereye kadar?

İçeride ve dışarıda savaş koşulları altında yaşıyoruz, demiştik geçen hafta. Yoğunluğu neredeyse günden güne değişmekle birlikte, bir eğilim olarak, git gide sertleşip ağırlaşan koşullar bunlar.

Daha ne kadar, hangi şiddet düzeyine ve nereye kadar yayılabilir? Bu sorunun her iki bölümünün yanıtı ise şimdilik belirsiz. Şu anda tümüyle kestirilemeyecek boyutlara kadar ulaşabilir demek de mümkün.

Hadi, içeride olup bitenler için, o bağlamdaki bazı tartışmalara girip konuyu dağıtmamak kaygısıyla “iç savaş” terimini kullanmayalım. Peki, ama sorulara devam edelim:

Ülkenin siyasal sınırları içinde ve, konumlanışları yahut adlandırılışları ne olursa olsun, büyük çoğunluğu ülke yurttaşları olan silahlı taraflar arasında, artık bitip tükenmez duruma gelmiş çarpışmalar yok mu? Bu çarpışmalarda, en azından şimdilik, Clausewitz’in ne pahasına olursa olsun düşmanın iradesini kırma olarak tanımladığı hedef, devlet tarafının ön plandaki kesiminde az çok belirginleşmiş görünmüyor mu? Hedef sözcüğünün henüz aşırı kesinlik taşıdığı ileri sürülecek olursa, onun yerine eğilim yazılarak bu itiraz giderilebilir. Ayrıca, aynı cümledeki, “ne pahasına olursa olsun” kaydının da, yine şimdilik, gerçek niyetleri ya da yapılabilirliği abartan bir sertlik dozu taşıdığı öne sürülebilir. Dolayısıyla, bu dozun azalabileceğini de artabileceğini de eklemek yerinde olur.

Dışarıdaki koşullar ise, ülkenin katılımı ve etkilenmesi açısından, şu anda düşük yoğunluklu bir savaş görünümünde.

Ama, hırsı, güç ve imkânlarını aşma eğilimleri gösteren, emperyalizm çağındaki bir kapitalist ülke durumuna gelmiş Türkiye, bu temeli ve buradaki tanımlamaya uygun, hırsları boylarını çoktan aşmış yönetenleri ile her an ve hızla yoğun bir dış savaşa yönelebilir ya da yöneltilebilir.

Bütün bunlar, “politikanın başka araçlarla devamı” anlamına gelmeyecek mi zaten?

Yine de, bu tür saptamalar bazı açıklıklar getirmeye yardımcı olsa bile, bizi nelerin beklediğini kestirebilmek oldukça zor görünüyor. Öyle bir aşamaya girmiş bulunuyoruz. Bunun anlamı, politikanın, birkaç yıl, belki de birkaç ay öncesine oranla çok daha bulanıklaşmış bir “belirsizlik” ortamında sürdürüleceğidir.

Bu saptamayı doğrulayabilecek pek çok gösterge var. En güncel birkaç tanesine değinebiliriz.

soL’un Dış Haberler bölümünden arkadaşlar 21 Aralık günü bir haber sunmuşlardı. Tanınmış Amerikalı gazeteci Seymour Hersh, Ocak ayının ilk haftasında yayımlanacak bir yazı hazırlamış, onun internet baskısından aktarıyorlardı. Yaşlı gazetecinin Pentagon’un üst düzey yetkililerine dayanarak yazdığına göre, ABD Genelkurmayı Obama’yı soğuk savaş politikalarını terk etmesi konusunda uyarmış; çünkü, Esad çökerse Suriye’de Libya benzeri bir cihatçı yönetimin/kargaşanın geleceği düşünülüyormuş. Ama, başkan üzerinde etkili olamayınca, onu “bypass ederek” Esad’a istihbarat geçmeye başlamışlar.

Ayrıca, Hersh, o yazıda, Erdoğan’ın yıllarca Nusra Cephesi’ni destekledikten sonra, daha yakın zamanlarda da, IŞİD’i desteklediğinin, Amerikan istihbaratı tarafından telefon dinlemeleri ve insan kaynakları aracılığıyla kanıtlandığını ileri sürüyor.

Aynı gün yine ABD’den gelen bir başka habere göre, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Kirby, düzenlediği basın toplantısında,  “Askeri açıdan, biz IŞİD ile mücadeleye odaklanıyoruz. Suriye’de yaşanan soruna askeri bir çözüm olmayacağını ABD başkanı da açıkladı, Dışişleri Bakanı Kerry de buna tam olarak inanıyor.” demiş. Kirby, Türkiye ile İsrail arasındaki görüşmelere ilişkin soruyu da “Türkiye ve İsrail arasında diplomatik ilişkilerin düzeltilmesi adına yürütülen haberleri gördük. Bölgedeki iki önemli müttefikimiz arasındaki ilişkiyi daha iyi bir noktaya taşıyan bu görüşmeleri memnuniyetle karşılıyoruz” yanıtını vermiş.

Türkiye-İsrail ilişkileri konusundaki “memnuniyet” ifadesini, üçüncü bir gösterge olarak, AKP ve hükümet sözcülerinden, Erdoğan’a yakınlığı ile de tanınan, bakan Ömer Çelik’in birkaç gün önceki açıklamasıyla birlikte okuyabiliriz: “İsrail devleti ve İsrail halkı bizim dostumuzdur.” Bu okumanın da Özgür Şen’in geçenlerdeki bir yazısının başlığını akla getirdiği eklenmeli: Ortadoğu Şeytan Üçgeni. Başka bir anlatımla, Türkiye-İsrail-Barzanistan.

Son birkaç günün verilerine ek olarak, Amerikan dışişleri sözcüsü Kirby’nin az önce sözünü ettiğimiz basın toplantısında, “Türk hükümetine” mesaj anlamında olmak üzere, “Tamam, PKK ile savaşıyorsan, savaş; ama fazla uzatmadan onlarla bir politik süreci başlatmanı beklediğimizi de unutma” dediğini öğreniyoruz.

Bunları ve hemen her gün daha yeni, daha açık seçik olarak ortaya çıkan başka verileri, belirsizlik ortamının varlığına ilişkin ipuçları arasında saymak mümkün.

İçerideki savaş koşulları, daha ne kadar ve nereye kadar sürdürülebileceğini, bütün atıp tutmalarına rağmen başlatıcılarının ve yürütücülerinin de bilemedikleri biçim ve şiddette varlığını koruyor. Hem içeriden hem dışarıdan öğütler ve beklentilerse gelmeye başladı bile. Örnek olsun, sayıları çok olmasa da, basbayağı devlet ağzıyla konuşan, kendilerine “güvenlik uzmanı” ve benzeri sıfatlar yakıştırılmış kimseler, halkın değişik kesimleri  arasında, hatta daha da açık belirterek, Kürtler ile Türkler arasında bir duygusal uzaklaşmanın başladığını ve bunun bir kopuşa kadar vararak çok tehlikeli olabileceğini dillendiriyorlar. Böylelerinin devletten, hiç değilse devletin belli bir bölümünden tümüyle bağımsız olduklarını düşünmek biraz saflık olur herhalde. Ayrıca, iktidara çok yakın ve serinkanlı analiz yapma iddiasındaki birtakım kalemler, şimdiden, sertlik elimizi çabuk sonlandırıp bir an önce yara sarma ve çözüm sürecine adım atmalıyız, türü yazıları ihmal etmiyorlar. Bunları, iyi niyetli ve nesnel yaklaşım belirtileri değil, dandun

atmakla yürek Selanik bekleyişlerini bir arada yaşamanın işaretleri olarak anlamak doğru olur.

Öte yandan, ülkenin hemen bitişiğindeki savaş koşulları çetrefilleşerek sürerken, Türkiye’nin nasıl ve ne zaman dahil olacağı ya da edileceği sorusu, hiçbir kesinlik taşımayan olası yanıtlarıyla birlikte, ortada duruyor.

Politika denilen işin temelinde ya da zemininde sınıf mücadelesinin bulunduğunu biliyoruz. Bütün bir sınıf mücadelelerin tarihine bakıldığında, özellikle sınıf mücadelesini güncel ve eylemli olarak sürdürenler, onu yönlendirmeye çalışanlar açısından, belirsizliğin çok farklı  uzunluktaki dönemlere damga vurduğu görülür. Öyleyse, belli bir tedirginlik ve ihtiyatlılık ya da tedbirlilik kabul edilebilir olsa bile, paniğe, telaşa, karamsarlığa, bütün bunların bir tür bileşkesi olarak ortaya çıkabilecek bir bekle gör tembelliğine kesinlikle yer olmamalıdır.

Bu tür dönemlerde öngörülebilirlik önemli ölçüde azalır; önceden planlanabilirlik ise neredeyse büsbütün imkânsızlaşır. Ama, kuşkusuz, sınıf mücadelesi hiç durmaz; şiddet dozu artıp azalarak devam eder.

Şu vurguyla ki, böylesi belirsizlik dönemlerinde, bunların kesinlikle istisna olmadığını  söylediğimize göre, sınıf mücadelesinin belirleyici ruhunu oluşturan, sürekli bir yaratıcılık ve risk alma cesareti ile devrimci bir gerçekçiliği birleştirebilme yeteneğidir. Gerçekçilik kendi başına bir erdem değildir; çoğu kez, hımbıllığa, büyük Macar şairi Petöfi’nin sözlerini hatırlayarak söylersek, koyunlara özgü bir sabırlılığa eşlik edebilir; dolayısıyla, onu bir erdem düzeyine yükseltebilmek için önüne devrimci sıfatını eklemek gerekir.

Yine öyle olacaktır.

O yeteneğimizi geliştirebilir ve hayata geçirebilirsek, ne âlâ!  Yoksa…

Yoksası yok!