Bu Nasıl Konuşma, Yazma?

Zavallı Türkçe’nin ne duruma getirildiğini konu edecek değilim. Bunu biraz ortaya koyabilmek için pek çok sayfa doldurmak, daha iyisini yapabilmek içinse en azından bir kitap yazmak gerekir. Benim niyetim, sadece, dinlerken ya da okurken, tepemin tasını attıran bu yeni dile ilişkin olarak, çok kızdığımda bir kenara not ettiğim üç beş örnekten söz etmek.

Aslında, bu duruma kızıp kalayı basmak doğal karşılanabilse de şaşırmak öyle kabul edilemez. Toplumsal hayatın her alanında akla ziyan bir çürüme ve sığlaşma sergilenirken, insanların hangi sınıftan, hangi saftan olurlarsa olsunlar kullanmak zorunda oldukları ortak iletişim aracı dilin benzer bir yozlaşmadan uzak kalması beklenemezdi.

Kuşkusuz, burada bir tutuculuğu savunmaya kalkışmıyorum kırk yıl önce nasıl konuşup yazıyorsak bugün de tıpatıp öyle yapalım, demek istemiyorum. Önemli olan, bu yeni söyleyişlerin dilin anlatım imkânlarını çoğaltıp çoğaltmadığı, böylece onu zenginleştirip zenginleştirmediğidir. Ben bunların ve pek çok benzerinin dilimize herhangi bir zenginlik katmadığını, sadece cehalet ile densizliğin değişik ölçülerdeki karışımlarını sergilediğini düşünüyorum.

Örneklerimi sıralamaya başlıyorum. Bir yazıda bitmeyeceği kesin. En azından iki, gerekirse daha çok sayıda yazıya bölüp, aralıklarla aynı konuya dönmek biçiminde devam edebiliriz.

- “Artııı…”

Art arda ekliyor. Çok basit, çok önemsiz bir konuda beğendikleri, beğenmedikleri, istekleri, kuşkuları da olabilir basbayağı ağır bir konuda tartışırken sıralanan kanıtlar ya da savlar da olabilir. Her cümle ya da örnekler dizisi tamamlandığında bir “artı” ekleniyor ve sıralama devam ediyor. Hatta, uzadıkça, artı’daki ı’nın sayısı da yukarıda yazdığım biçimde artıyor. Sanki, kimse, “ilaveten, ek olarak, ayrıca” benzeri onyıllardır kullanılan sözcükleri hiç kullanmamış, hiç duymamış! Gerçi bunun da pek yeni olduğu söylenemez. İlk kullanılışının

bile değil, basbayağı yaygınlaşmaya yüz tutmasının en azından iki onyıl kadar eskiye dayandığını hatırlıyorum.

- “… diye düşünüyorum”

Bunu güncel ve çok yaygın bir tevazu göstergesi olarak anlamak gerekiyor, herhalde. Hepimiz, özellikle de en bilgin ve bilgili olanlarımız, görülmemiş bir ağırbaşlılık, alçak gönüllülük içindeyiz. Her cümlemizi böyle bitiriyoruz. Böyle yapmakla, ne kadar çelebi, ne kadar iddiasız, ne kadar kibirden ve bilgiçlik taslamaktan uzak olduğumuzu göstermek istiyoruz anlaşılan.

Aynı alışkanlık, bizim tarafta da çok yaygın. Şöyle konuşan bir solcu ile karşılaşırsam hiç şaşırmayacağıma eminim: “Kapitalizm insanın insan tarafından sömürülmesine dayanan bir toplumsal düzendir, diye düşünüyorum.” Hayır, canım kardeşim, senin ne düşündüğünle ilgisi yok bunun o dediğin, sen nasıl düşünürsen düşün, öyledir zaten.

Bunun eski zamanlardaki benzeri, bence, kanımca, sanıyorum, kanısındayım türü sözcükleri yazarken ve konuşurken sık sık kullanmak biçiminde ortaya çıkardı. O zamanki aşırı sıklıktaki kullanımı da gereksiz ve, çoğu kez, sinir bozucu bulurdum: Konuşan ya da yazan sen olduğuna göre, elbette sence, senin kanınca öyledir senin yazıp söylediklerini kuşkusuz sen öyle sanıyorsun, senden başka biri öyle sanıyor olacak değil ya!

Bir de, özellikle imzalı yazıları okurken ve konuşanın kim olduğunu herkesin bildiği konuşmaları dinlerken, takıldığım şöyle bir yanı var bu gereksiz ağırbaşlılık gösterisinin: Okuyanlar ve dinleyenler, dile getirilen düşüncelerin o yazarın ya da konuşmacının düşünceleri olduğunu zaten biliyorlar onun düşünceleri olduğunu bilerek okuyor ya da dinliyorlar. Dolayısıyla, ikide bir, hatta hemen hemen her cümleyi “… diye düşünüyorum” eklentisi ile bitirmenin alemi yok. Alemi olmamasının ötesinde, müthiş kulak tırmalıyor. Kulak tırmalamakla da kalmıyor, dikkat dağıtıcı oluyor. Kendimle ilgili bir durumu aktarayım. Bu alışkanlığı çok gelişmiş olanları dinlerken, dinlemeyi beş on dakikadan fazla sürdürmem imkânsızlaşıyor ne anlattığını dinlemeyi bırakıp, her cümlesinin sonuna getirecek mi, yoksa bir cümleyi boş geçip bir sonrakine getirerek cümle aşırı kullanımı mı sergileyecek, onun çetelesini tutmaya başlıyorum. İşte bunda dedi, bunun sonunda da söyledi, buna da ekledi, tüh bunda atladı!

O tür durumlarda, bana iyi bir dinleyici denilemeyeceğini elbette kabul ediyorum. Olsa olsa, dinleyici değil, sayıcı demek uygun olabilir: “… diye düşünüyorum” sayıcısı.

- “Tabii ki de …”

Farsça’dan dilimize geçmiş ki bağlacının yazımından kullanımına kadar pek çok sorun vardı. Şimdi bir de bu çıktı. İnsanlar kendilerine sorulan bir soru karşısında verecekleri olumlu yanıtı güçlendirmek için böyle söylüyorlar. Televizyonlara çıkartılıp konuşturulan bilmiş ilkokul çocuklarından koca koca insanlara kadar herkesin dilinde bu inanılması güç bozukluk yinelenip duruyor. Evet, ne diyeyim başka: bozukluk. “Tabii” demek yetmiyor, yanına bir “ki”, o da yetmez, ek olarak “de”.

Yazılınca hele, felaket yeni boyutlar kazanıyor: Tabiiki de, tabii kide, tabiki de…

Kimileyin, pek sevimli bir çocuk bile söylemiş olsa, “hay dilini eşek arısı soksun” diye ilenmekten kendimi alamıyorum. Anlaşılan, kimse, hiçbir yerden, hiçbir kimseden “elbette, doğal olarak, kuşkusuz, şüphesiz, tabii” demeyi öğrenmek bir yana, işitmemiş bile…

- “Aynen öyle …”

İlkin, çok sık işitmeye başladığımız bu kalıbın Arapça ile Türkçe’nin tuhaf ve bozuk bir karışımı olduğu belirtilmelidir. Ayrıca, bu gülünç karışımın dile getirilişine, kullanılma amacının tersine, benzer biçimde düşünmenin, aynı yanda olmanın bir işareti olarak bakmakta sakınca var. Bu kulak tırmalayıcı onaylama sözü ile karşılaştığımızda, kullananın, pek de benzer bir yaklaşım içinde olmadığını, bırakalım benzer düşünmeyi, kimileyin, aykırı denebilecek kadar farklı düşünüyor olabileceğini akılda bulundurmak gerekiyor. Başka bir anlatımla, sizi dinlerken durmadan “aynen, aynen öyle” deyip duran bir muhatabınız varsa, gerçekte bir onay ya da kabul ile mi yoksa red ile mi karşı karşıya olduğunuzu yoksa sadece karşınızdakinin sizi dinlediğini göstermek için mi başını sallamak yerine bu sözü kullandığını anlamanız pek kolay olmuyor. Dolayısıyla, bu tür konuşma, dilimize yabancı ve yozlaştırıcı olmasının yanı sıra, dilin kişilerin birbirini doğru anlamasını sağlama işlevine de ters düşüyor.

- “… falan oldum.”

Buradaki noktaların yerini neredeyse istenildiği gibi doldurmak mümkün. Örneğin, “Aman yarabbim falan oldum.” Şöylesini de duyabilirsiniz: “Bu da mı başımıza gelecekti falan oldum.”

Bu soytarılığın, daha çok, sadece de diyebiliriz, gençlerde ve onların da eskiden zıpır sözcüğüyle anlatılanlarında yaygınlaştığını görüyoruz.

Şimdi o gençler benim için de “Moruğa bak, bu ne biçim konuşmak falan olmuş!” diyebilirler. Ama, soL okuma olasılıkları sıfıra yakındır o yüzden, üzerinde durmaya değmez.

Aynı dehşetli yeniliğin falan’sız olanına da rastlanıyor sık sık. Bir örnek vermek gerekirse, yine gençler arasında, çok şaşırıldığında “Oha oldum abi!” demek gayet uygun düşüyor.

Herhalde bu biraz ayıp ya da argo kaçtığından olmalı, daha kibarcası da bulunmuş. Geçenlerde okudum, tanınmış bir gazetenin tanınmış bir kadın yazarı, Obama ile yapılmış bir söyleşide Türkiye’ye ayrılan yerin uzunluğuna şaşırdığını belirttikten sonra şöyle yazmıştı: “İnsan ‘Allah Allah’ oluyor…”

Ne der halkımız, Allah sizi nasıl biliyorsa öyle yapsın!