Alışverişin Ötesi

“2007 yılında yapılan ve ciddi denebilecek bir araştırmaya göre, Türkiye’de gençlerin boş zamanlarında en fazla tercih ettikleri iş, toplu olarak büyük alışveriş merkezlerinde saatler geçirmekmiş. Araştırma kapsamındaki gençlerin yüzde 75’i bunun birinci boş zaman ‘etkinlikleri’ olduğunu söylemiş. Sinemaya gitme, televizyon seyretme bile bu tercihin hayli gerisinde kalıyor. ‘Ya kitap okumak?’ demeyin, istatistik olarak ‘ihmal edilebilir’ düzeyde.”

Yukarıdaki araştırma sonucu, Metin Çulhaoğlu’nun buradaki 25 Eylül tarihli yazısının hemen başında aktarılmıştı. Okuduktan sonra, bu özet bilginin yanı sıra yazının tümünde söylenenlerden de yola çıkarak bir yazı yazabileceğimi düşünmüş ve bir kenara not etmiştim. “Bugüne kısmetmiş” der ya halkımız, işte öyle oldu!

O yazıda, “Büyük alışveriş merkezi nedir?” diye sorularak şöyle devam ediliyordu:

“Belirli bir açıdan bakılırsa, ‘üretilmiş mekândır’ (Henri Lefebvre). Üretilmiş mekânlar olarak büyük alışveriş merkezlerinin hangi özellikleri ön plana çıkar? Çevresinde, park yerinde renk renk arabalar içerde güvenlikçiler, güvenlik kameraları, tüm farklılıklarına karşın özellikle bu mekânda aynılaşan, hepsi birbirine benzer hale gelen yüzlerce müşteri önce zihinleri, sonra da keseleri tahrik eden tüketim malları insana hiç aklında olmayan bir malı ‘acaba alsam mı?’ dedirten düzenlemeler ve sergileme biçimleri çok düşük ücretlerle çalıştırılan, bir de sendikaya girmesinler diye olmadık tacize maruz kalan görevliler, kasiyerler…

Özetlersek, güvenlik, aynılaşma-sıradanlaşma, tüketim ve aldığına razı olma…

Bu özetten bir de çıkarsama yapacak olursak, şöyle demek gerekir: Büyük alışveriş merkezleri, düzenin “ideolojik aygıtları” arasında önemlice bir yere sahiptir. Örneklenen özellikleriyle bu mekânlar, düzenin kendisini ideolojik enjeksiyonlarla (üstelik hiç acıtmayan) yeniden üretip tahkim ettiği yerlerdir.”

Şimdi, gel de, bizim Yurdakuler gibi yazma: Güzel.

Güzelliğine bir itirazım yok da, beni asıl yazmaya niyetlendiğim “boş zaman” konusundan saptırıyor. Neyse, biraz sapabiliriz olmadı, yazı uzar çok uzarsa, sonraki haftalarda devam etmek üzere keseriz. Nedeni belli: Konu birçok bakımdan önemli bir o kadar da dallanıp budaklanmaya elverişli.

Biraz sapmaktan bir zarar gelmez, fazla da uzaklaşmış olmayız, dediğim yön şu: Büyük alışveriş merkezlerinin başlıca özelliklerine ilişkin olarak Metin’in yukarıda sıraladıklarında bir yanlışlık yok hatta, eksiklik de yok, görebildiğim kadarıyla. Yine de, o mekânların boyutlarının nerelere kadar ulaşabileceğine ilişkin, hem şaşırtıcı hem eğlenceli bir saptama ya da tahmin var epey önceleri bu konular üzerinde çalışırken karşılaşıp bir kenara not etmişim. Ondan söz edeceğim.

Bu mekânların en yaygın ve gelişkin olduğu ülkenin Birleşik Amerika olduğu biliniyor. Bundan yirmi yıl önceki sayılara göre, bütün ülkedeki perakende satışların yüzde 55’i bu yerlerde yapılıyormuş ve aynı oran Fransa’da yüzde 16, İspanya’da yüzde 4 imiş. Yine aynı yıllarda, Amerika’da alışveriş merkezlerinin sayısı, bütün ülkedeki liselerin sayısını geçmiş.

İyi de, bunlar yaygınlığı gösterir, gelişkinlik bunun neresinde, diyenler içinse, ilginçliğinden dolayı adını da vereceğim bir incelemeden aktarma yapacağım. Bundan yirmi yıl kadar önce yapılmış bu çalışma, “Amerika’nın Çarşılaşması” adını taşıyor. Orada şöyle bir öngörü yer almış:
“Bir gün belli bir çarşı kompleksinden hiç ayrılmaksızın, dünyaya gelmek, anaokulundan üniversiteye kadar okula gitmek, bir işe girmek, flört etmek, evlenmek, çocuk sahibi olmak… boşanmak, bir ya da iki kariyer alanında ilerlemek, tıbbi bakım almak, hatta tutuklanmak, yargılanmak ve hapse girmek, kültür ve eğlence ile oldukça dolu bir yaşam sürmek ve en sonunda ölmek ve cenaze merasiminin yapılması mümkün olabilir çünkü, bugün tüm bu imkânların her biri herhangi bir yerdeki alışveriş merkezinde bulunmaktadır.”

Türkiye’nin “küçük Amerika” yapılması, hülyalı bir hedef olarak Menderes tarafından ya da onun döneminde ortaya atılmıştı. Birçok alanda olduğu gibi, bu alanda da benzer bir hedef, bu sözcüğün hatırlattığı somutluktan uzak olduğu için hedef yerine böyle bir ülkü, diyelim, hâlâ bir yerlerde bulunuyor olmalı. Benim oturduğum evin biraz üzerinden geçen bir caddede, benzerleriyle karşılaştırarak kendimce “küçük boy” diye sınıflandırdığım bir alışveriş merkezi vardı çok daha büyüğü onun birkaç kilometre ötesine rastlayan bir yere yapıldı şimdi de bu kez ters yönde birkaç kilometre ötesine hepsinden daha büyük olacağı anlaşılan bir başkasının temelleri atılıyor. Bunu olduğu gibi genelleştirmek yanlış olsa da, büyük kentlerimizde buna benzer durumları her günkü gözlemleriyle saptayabilmesi mümkün olan insanların, şu yazıyı okuyanlar arasında bile hiç de az olmadığını sanıyorum.

Bir de, yazının başına aldığım, Metin’in aktardığı araştırma sonuçlarına bir kez daha bakmakta yarar var. Ülkemizde gençlerin en tercih ettikleri boş zaman kullanımı alışveriş merkezlerinde topluca vakit geçirmekmiş. Amerika’ların büyüğünde yapılan bir başka araştırmaya göre de, geçen yüzyılın ortasından sonraki 40 yıl boyunca, sadece gençlerin değil bütün Amerikalıların zaman kullanım kategorileri arasında ağırlığı en büyük hızla artan alışveriş yapmak olmuş ve ikinci sıraya kadar yükselmiş birinci sırada ise televizyon seyretmek yer alıyormuş. Bu, aşağı yukarı 20 yıl önceye ilişkin bir bulgu şimdi nasıldır, merak edilmeye değer. Eğer değişmediyse, bizim ahalinin genç olanları, güneyden komşumuz sayılmazlar mı artık, işte o komşumuzun halkından daha fazla “alışverişsever” olmuşlar. Başka türlü anlatılırsa, ülkenin çarşılaşması konusunda, büyük müttefikimiz ile yarışabilir duruma geliyoruz galiba. Elimizdeki araştırmaların temsili niteliği, biraz da şaka yollu belirttiğimiz bu vargıların güvenirliğini ne kadar azaltır, bilemiyorum, ama aradaki farkı her günkü gözlemlerimizle bir ölçüde kapatabiliriz.

Böyle bir çekinceyi de kayda geçirdikten sonra, şunu belirtmekte yarar olabilir: Bizdeki araştırmanın sonuçlarındaki bir ayrıntıya dikkat edilince, bir farklılık görülüyor. Bizim gençlerimizin en belirgin boş zaman kullanım tercihi, “toplu olarak büyük alışveriş merkezlerinde saatler geçirmek” biçiminde dile getirilmiş. Harcayacak para olmayınca ya da pek az olunca, alışveriş yapmak yerine saatler geçirmek doğal. Belki de, “toplu olarak” vurgusunun anlamı burada ortaya çıkıyor: Bir tas çorba üç kaşık yahut bir gazoz iki bardak türünden siparişler veriliyor olabilir. Dolayısıyla, toplu olarak gerçekleştirilmekte olana, alışveriş yapmaktan çok, boş zaman kullanmak demek daha uygun düşüyor. Aslında, dilimizdeki çok bilinen, çok dillendirilen deyimle, vakit öldürülmüş oluyor.

Bu deyim, bizdeki boş zaman kullanma biçimlerinin en yaygın olanlarından birini saptamamızı da sağlıyor. Bir bakıma, bizim ülkemizde insanların boş zamanlarını hiç kullanmamalarının, onların belli başlı boş zaman kullanma biçimlerinden biri olduğunu ileri sürmüş oluyoruz böylece. Ancak, bunun tek ya da en önemli biçim olduğu düşünülmemeli. Öyle düşünmenin, uzun süredir dünyaya egemen olan kapitalizmin basbayağı “özgürlükçü” olduğunu sanmaktan pek farkı yok. Kapitalizm hiçbir döneminde o kadar özgürlükçü olmamıştır. O kadar, derken anlatmak istediğim şudur: Doğası gereği sürekli olarak “boş zaman” yaratan, bunu kuşkusuz geniş emekçi kitleler için de yapan kapitalizm, o zamanlarında kimler ne yaparlarsa yapsınlar, diyecek kadar “liberal” ya da özgürlükçü davranmaz. Başka bir anlatımla, emekçilerin boş zamanlarına tasallut eder sataşır, saldırır ve onların nasıl kullanılacağını yönlendirmeye çalışır kısacası, insanların boş zamanlarını nasıl dolduracaklarını da belirlemenin peşindedir. İki nedenle ya da güdüyle böyle olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi, düzenin sürdürülmesi için vazgeçilmez olan “ideolojik aygıtlar”ın devreye sokulması şarttır. İkincisi, bu aygıtların işlerlik kazanmasını sağlayacak ya da kolaylaştıracak birtakım tüketim araçlarının kitlesel olarak üretilip satılması gereklidir ve o alanda da muazzam bir artık değerin üretilmesi söz konusudur.
Oysa, sosyalizm açısından asıl olan, kuşkusuz artmaya devam edecek ve çok daha fazlalaşacak boş zamanın hoş zamana dönüştürülmesidir, diyelim ve bir nokta koyalım çünkü, bize ayrılan yerin sonuna yaklaşmış, belki de geçmiş durumdayız. Buna karşılık, yazıp durdukça bir yığın soru ortaya çıkıyor hatta, bunlar arasında, “boş zaman” ne anlama geliyor ve kapitalizm tarafından niye durmadan artırılıyor olsun, türünden başlangıç soruları bile bulunabilir.

İyisi mi, haftaya, olmazsa, bir iki hafta içinde yeniden bu konuya dönüp devam edelim.

Not: Bu yazının yayımlandığı gün, Behice Boran’ın 23. ölüm yıldönümüne denk geliyor. Onu 100. yaşında saygıyla, sevgiyle, borçluluk duygularımızla anmadan geçmeyelim.