Döviz kurları ve dış kırılganlıklar

2017’de büyüme hızı yükseldi; on iki aylık cari açık 44 milyar dolara, enflasyon yüzde 12’ye ulaştı. Dış açıktaki hızlı artış, artan dış kırılganlıkların bir belirtisidir ve öncelikle döviz piyasalarında gözlenir.

2017’deki döviz kuru hareketlerini bu çerçeve içinde gözden geçirelim.

Pahalılaşan, ucuzlayan paralar…

İktisatçıların hoşgörüsüne sığınarak birkaç basit bilgiyi tazelemekle başlayalım.

Döviz fiyatının artması, yerli paranın (diyelim TL’nin) değer yitirmesi anlamına gelir. Örneğin bir dolar 2 TL’den 2,5 TL’ye çıktığında yüzde 25 pahalılaşmıştır. Aynı olguyu TL açısından ifade edelim: 1 TL ile 0,5 dolar (50 cent) yerine 0,4 dolar (40 cent) satın alabiliriz. TL yüzde 20 değer yitirmiştir. (Değer artışlarının sınırı yoktur. Değer kayıpları ise sıfıra ulaşılınca son bulur.)

Dövizin reel olarak pahalılaşması veya TL’nin reel olarak değer yitirmesi biraz farklıdır. Basit hesaplamada doların pahalılaşması enflasyonla karşılaştırılır. Doların yükselmesi enflasyon oranına eşitse dövizin (veya TL’nin) reel fiyatı değişmemiştir. Yukarıdaki örneğe dönelim: Enflasyonun yüzde 25 seyrettiği bir dönemde dolar fiyatının aynı oranda artması reel döviz kurunu sabit tutar.

Uluslararası rekabet gücü karşılaştırmalarında önem taşıyan reel döviz kuru hesaplaması daha karmaşıktır: Dış ticaret yapılan ülkelerin payları, döviz kurları, enflasyon oranları da dikkate alınır.

Bu ayrıntılı hesaplardan sonra elde edilen Türkiye’ye ait reel efektif döviz kuru hareketleri TCMB tarafından izlenir. Bank of International Settlements (BIS) de çok sayıda ülkeye ait reel efektif kur tabloları yayımlamaktadır.

2017’de Türkiye’de döviz hareketleri

2017, uluslararası sermaye hareketlerinin canlı seyrettiği, iyimserliğin yaygınlaştığı bir yıl oldu. ABD doları, avro, sterlin, yen ve yuan karşısında değer yitirdi.

Olumlu dünya konjonktürünü gerilimsiz yaşayan; dış kaynak hareketlerinden bolca yararlanan “Güney” ülkelerinde de dolar ucuzladı. Çoğunluk bunlardaydı. Dış kırılganlık göstergeleri ağırlaşan ülkelerde ise dolar (döviz) fiyatları arttı. Türkiye de bu ülkelerden biridir.

30 Aralık 2016 ve 2017 tarihlerinde Türkiye’deki döviz fiyatlarını karşılaştıralım: 12 ayda dolar yüzde 7,2 oranında pahalılaşmıştır. 1 dolar + 1 avro’dan oluşan döviz sepetinin değerlenme oranı ise yüzde 14,7’dir.

Dövizin pahalılaşması ulusal paranın değer yitirmesi demektir. 1 TL’nin dolar, avro alım güçlerini de hesaplayabiliriz. Buna göre TL’nin dolara karşı yüzde 6,2; döviz sepetine karşı yüzde 12,8 değer yitirdiği belirlenecektir.

Diğer ülkelerle karşılaştıralım. Bank of International Settlements (BIS), tüm ülkelerde dolar fiyatındaki hareketlerin dönemsel ortalamalarını veriyor. 2016 ortalamasını, on aylık 2017 ortalamaları ile karşılaştıralım.

Türkiye’de doların ortalama fiyatı 3,02 TL’den 3,68’e çıkmış; yüzde 21,9 yükselmiştir. Bu hareketi on altı “yükselen piyasa” ekonomisi ile karşılaştıralım: Dolar 10 ülkede ucuzlamış; Türkiye dahil altı ülkede pahalılaşmıştır.

Türkiye (%21,9) ile liste başındadır. Bu bilgiyi ulusal paraların değerleri ile ifade edelim: Bir kez daha TL en fazla (%18) değer yitiren para olarak karşımıza çıkıyor.

Bu basit dış kırılganlık göstergesi açısından Türkiye 2017’de ilk sıradadır ve Arjantin tarafından izlenmektedir.

Reel döviz kuru hareketleri

2017’de TÜFE’ye göre ölçülen enflasyonun yüzde 11,9 olduğu belirlendi. Aralık 2016-2017 arasında doların yüzde 7,2, avroyu da içeren döviz sepetinin %14,7 oranında pahalılaştığını da yukarıda aktardım. Bu basit karşılaştırma bize doların (enflasyonun gerisinde seyrettiği için) reel olarak ucuzladığını; avronun ise reel olarak değerlendiğini gösteriyor.

Türkiye’nin ihracat gelirlerinde avronun, dış borç ve ithalat ödemelerinde doların ağırlık taşıdığına da işaret edeyim.

Daha ayrıntılı bulgular BIS’in tüm ülkeleri kapsayan reel efektif döviz kuru tablolarında yer alıyor. Yöntemi yukarıda özetledim. Yukarıda değindiğim on altı ülkenin reel kur hareketleri Aralık 2016-2017 arasında karşılaştırıldığında ulusal paraları reel olarak değer yitiren ülkelerin sayısı beşe inmektedir. TL (%5’lik kayıpla) reel olarak en fazla değer yitiren paradır.

Türkiye, reel döviz kuru bulgularına göre de 2017’de dış kırılganlığı en fazla artan “yükselen piyasa ekonomisi” olmuştur. Liste ikincisi Meksika’dır.

Türkiye burjuvazisi ne istiyor?

Ulusal paranın değer yitirmesi (“pahalılaşan döviz”) niçin bir zafiyet olgusu olarak yorumlanıyor?

Otuz yıl öncesine kadar kalkınma politikaları tartışmalarında, ulusal paranın reel devalüasyonu (yani dövizin reel olarak pahalılaşması), sanayinin dış rekabet gücünü geliştirmenin bir yöntemi olarak savunulmadı mı?

Bugüne geldiğimizde hem ihracatı artırmayı, hem de iç pazarda ucuz ithalata karşı korunmayı gözeten sanayicilerin TL’nin değer yitirmesinden hoşnut kalmaları beklenmez mi?

Tam aksine, yıllardan beri, döviz fiyatlarındaki hızlı yükselişler, sanayiciler dahil tüm sermaye çevrelerinde tedirginlik yaratmaktadır. Sanayiciler geleneksel taleplerini niçin unuttular?

Çünkü, Türkiye’nin tipik sermayedarı, artık, bildiğimiz “sanayici tipi” değildir.

İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan, farklı bir sanayici tablosu betimliyor (Dünya, 19 Ocak 2018): “Sanayi bölgelerinde residans, ofis, AVM gibi inşaat rantının şehvetine kapılan; arsamın değeri ne kadar arttı hesabını yapan;… uzun vadeli dönüşüme fırsat bulamayan;…sanayicilikten kolay vazgeçebil[en] sanayiciler” yaygınlaşmıştır.

İSO Başkanı, sanayiciyi rant tutkusundan korumak için “imkânsız” bir öneriye sığınıyor: “Arsa devletin olmalı ki, buradaki sanayici rant şehvetine kapılmasın. Değerlenen arsanın rant potansiyeli belediyeyi de yoldan çıkarmasın.”

Bu dönüşümü yaşamakta olan sanayi sermayesi özgün niteliklerini yitirmiş; Türkiye burjuvazisinin marjinalleşmiş bir katmanına dönüşmüştür. İSO Başkanı ima etmektedir ki temsil ettiği sanayiciler, bugün, sermayenin gözde, muteber öğelerine katılma çabaları içindedir. Kimdir onlar? Dövizle borçlanıp metalaştırdıkları, ucuza el koydukları kamu varlıklarını TL ile satan GYO patronlarıdır; astronomik arsa rantlarını kovalayan, ihaleleri, mega projeleri toparlayan müteahhitlerdir; inşaatçılardır.

Bu türden bir burjuvazi için “uygun” döviz hareketleri hangisidir? Uluslararası sermayeye karşı rekabet gücünü korumayı gözeten; enflasyonun bir adım önünde giden döviz fiyatları mı? Ucuz veya ucuzlayan dolar; yani, aşırı değerli veya değerlenen TL mi?

212 milyar dolar net döviz açığı olan şirketlerin ağır bastığı bir Türkiye’de elbette ikinci seçenek…

Dikkat ediniz: 2017’de reel olarak yüzde 5 değer yitiren TL’ye rağmen dış ticaret açığı 14 milyar dolar artmıştır. Sanayi sermayesini dış piyasalarda koruyan, gözeten geleneksel politikalar artık etkisizdir. Üretken sektörlerin önceliğine göre işleyen bir kapitalizm geçmişte kalmıştır.

Belki de benzer algılamalar nedeniyle İSO Başkanı Bahçıvan, “aykırı” konumlara savruluyor”: “İsteyen, istediği yerde, istediği işi hesapsız kitapsız yapabiliyor. Liberalizmin sınırlarını zorlayan noktalara geldik. Kapitalizm lehine ölçüsüz bir değişim, artık bize fazla geliyor. Plansızlık, Türkiye’nin bir an önce çözmesi gereken önemli bir sorun haline geldi.”

Finans kapital açısından döviz hareketleri

Uluslararası finans kapital, Türkiye gibi “yükselen piyasa ekonomileri”nde hangi tür döviz hareketleri yeğlemektedir?

Türkiye verilerini kullanan olası bir sıcak para yatırımını örnek vereyim.

30 Aralık 2016’da Batılı bir yatırım bankası, bir müşterisi adına Türkiye’de nominal faiz getirisi yüzde 11.4 olan 30 Aralık 2017 vadeli 100000 TL’lik bir devlet tahvilini satın alsın. İşlem anında 1 dolar = 3,519 TL’dir ve (banka komisyonu hariç) sözü geçen tahvil karşılığı 28417 dolar ödenmiştir. Dolar fiyatı 12 ayda değişmediği takdirde yıl sonunda 111400 TL elde edecek; dolar cinsinden kazancı da %11,4 olacaktır. Batı’da geçerli faiz ve getiri oranları açısından çok yüksek bir kazanç…

Ne var ki, dolar fiyatındaki değişim bu getiriyi değiştirecektir. 15 Temmuz şoku, doları yukarı çekecek; Aralık sonunda 1 dolar = 3,772 TL olacaktır. Faizle birlikte hesaplayın; bu kurdan tekrar dolara dönün; getiri oranı (dolar üzerinden) yüzde 3,9 olacaktır. Bu oran, Batı piyasalarının en güvenceli yatırım araçlarının (ABD devlet tahvillerinin) getirisini aşmıştır.

Ne var ki, 12 ay boyunca dalgalanan döviz fiyatları yüzünden sıcak para getirisi “bıçak sırtında” seyretmiştir. Örneğin Kasım 2017 sonunda dolar fiyatı 3,939 TL’ye çıkmıştı. 11 aylık yükseliş, yüzde 11,9’dur; tahvil faiz oranı aşılmıştır. Bu döviz kuru yıl sonuna da taşınsaydı, 12 ay sonunda dolara dönen “sıcak para yatırımcısı” net zarara uğrayacaktı. 

Bu örnek gösteriyor ki, Batılı rantiye, Türkiye’ye girdikten sonra doların ucuzlamasını umar. Dışarıda Türkiye’yi izleyen “yüksek risk iştahlı” spekülatör ise, dolar fiyatının zirveye çıktığı anı bekler. İdeal tarih, doların 3,94’e ulaştığı Kasım 2017’dir; tüm plasman araçlarının “yeterince ucuzladığı; giriş zamanının geldiği” andır.

“Giriş / çıkış” anlarının belirlenmesi, finansal akımları yöneten yatırım bankalarına, fonlara, son tahlilde spekülatöre düşer.

Finans kapital ise,” yükselen piyasa” ekonomilerinin siyasî iktidarlarını muhatap alır. Bunlara bazı temel ilkeleri fiilen kabul ettirmiştir: Finansal piyasalar hükümetlerin değil, bağımsız merkez bankalarının gözetiminde olacak; döviz fiyatları serbest (“dalgalanmaya”) bırakılacak; merkez bankalarının politika faizleri ise “sıkı” tutulacak; enflasyonun üstünde seyredecektir.

Bu kurallar, mevduat, tahvil, hazine bonoları vb faizleri için ulusal enflasyon oranını bir alt sınır olarak belirlemiş olur. Döviz fiyatları “piyasalara” teslim edilir; büyük ölçüde “sıcak, spekülatif” sermaye akımları tarafından belirlenir.

Finansal tedirginlik dönemlerinde kısa vadeli fonlar metropollere döner; “Güney”de döviz pahalılaşır; kırılgan ülkelerde sıkıntılara yol açar. “Risk iştahı”nın yükseldiği dönemlerde kırılgan ekonomiler yüksek getiriler nedeniyle çekici hale gelir. Sıcak para girişi dövizi, ithalatı ucuzlatır; ekonomiyi canlandırır.

Döviz fiyatlarından daha kapsamlı dış kırılganlık göstergeleri de vardır. Bunların Türkiye’deki seyrini ileride incelemek üzere…