S-400’ler kimi vuracak?

Bir hükümetin iç politikası dış politikasından tamamen farklı bir doğrultuda gelişebilir mi? Esas itibariyle halk düşmanı olan bir siyasi iktidar, uluslararası alanda mazlumların, yoksulların çıkarlarını savunup, dünyadaki eşitsizliklere karşı konum alabilir mi?

Kestirme yanıt yanlışa götürse de, hemen her örnek için geçerli bazı önermeleri baştan sıralayabiliriz.

Bir hükümet, gündüz insan gece kurt adam olamaz. Onun bastığı sınıfsal zemin içeride de dışarıda da aynıdır. Dolayısıyla bir ülkenin içinden bakıldığında iç politikası olumsuzlanan bir hükümete dış politikada bir erdem yakıştırmak ancak ve ancak milliyetçi bir kirlenmenin ürünü olabilir. Milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki farkı ısrarla vurguluyoruz: Milliyetçilik, “benim sömürücüm, benim hırsızım, benim zorbam iyidir” demekken, yurtseverlik “memleket sevgisini ülkeyi sömürücülerden, hırsızlardan, zorbalardan temizleme iradesi”yle taçlandırmaktır.

Bir kural olarak, hiçbir hükümet iç politikasından taban tabana zıt bir dış politika pratiği geliştiremediği gibi, iç politika ile dış politika arasında sanıldığı kadar ciddi bir kopukluk da bulunmuyor. Dış politika iç politikanın uzantısıdır.

Ancak…

İç politikada, bazen kağıt üzerinde kalsa da, tek bir otorite, tek bir iktidar odağı vardır. Dış politika ise, çok sayıda aktörün iradesinin karşı karşıya geldiği ve bu iradelerin her birinin meşruiyet kaynağını şu ya da bu ölçüde uluslararası hukuktan aldığı bir ortamda yürütülür. Dolayısıyla bir hükümet iç politika tercihlerini olduğu gibi dış politikaya taşıyamaz. Kuşkusuz iç politikada da hükümetleri kısıtlayan toplumsal, siyasal, ideolojik faktörlerden söz edebiliriz ama uluslararası alanda bu kısıtların karakteri değişir. Dış politika, her biri tanımlanmış sınırlar içinde bir silah tekelini elinde bulunduran ve olağanüstü durum ve örnekler dışında meşruiyeti uluslararası alanda kabullenilmiş onlarca, hatta yüzlerce birimin var olduğu bir platformda sürdürülür.

Bu platformun bir hiyerarşisi vardır, en güçlü emperyalist ülkeler hiyerarşinin tepesindedir ancak en güçlüsünün dahi otoritesinin ya da iktidarının sınırları vardır ve bu hiyerarşik yapıda kesintisiz bir rekabet, zaman zaman açık çatışmaya dönüşen bir rekabet söz konusudur.

Şimdi bu önermelerden hareketle, AKP örneğini değerlendirebiliriz. İçeride AKP’ye karşı olup, dış politikada AKP’yle birlikte davranmak, onu desteklemek tutarsızlıktır, dahası içeride AKP’ye sanıldığı kadar “muhalif” olmamaktır. Bununla birlikte uluslararası alandaki hiyerarşik yapı ve bu yapı içindeki çelişkileri göz önüne almadan iç politikanın bakış açısını uluslararası alana taşımak çoğu kez yanlış sonuç verir. 

Örnek olsun, AKP’nin Latin Amerika’daki bazı ilerici iktidarlarla iyi geçinmeye çalışmasının siyasal ve ekonomik nedenleri olduğu açıktır. Sürekli olarak bu nedenleri vurgulamak ya da Türkiye burjuvazisinin bencil çıkarlarına işaret edip, uluslararası kamuoyunu uyarmak yeterli değildir. Yeterli değildir çünkü uluslararası alanda devrimci hareketin çıkarları tek bir ülkede sürmekte olan mücadelenin ihtiyaçlarıyla değil, çok farklı dengelerin hesaplanmasıyla belirlenebilir. 

Bir ülkede devrimci hareket, uluslararası alandaki gelişmelere yaklaşırken şu parametreleri hesaba katmak zorundadır: 

- Ülke içinde emekçi halkın çıkarlarının savunulması

- Başka ülkelerde emekçi halkın çıkarlarının savunulması

- Emperyalist saldırganlığın dizginlenmesi ve geriletilmesi; emperyalist ülke ve kurumların müdahale yeteneğinin azalması

- Emperyalist sistem içindeki çelişkilerin o sistemi zayıflatacak olanaklar yaratması

- Devrimci hareketin ulusal, bölgesel ve uluslararası ölçekte yükselmesi

Bunlar her zaman aynı doğrultuyu vermeyebilir ama devrimci bir hareket mümkün olduğunca bütün bu parametreleri değerlendirip, onlar arasında uyumu gözetmek durumundadır.

Bunları söyledikten sonra Türkiye’nin Rusya’dan S-400’leri almasına nasıl bakabiliriz?

AKP hükümetiyle mücadeleyi bir kenara koymaksızın, onun Rusya ile ilişkilerinin mantığını sergilemeyi ihmal etmeksizin ve Rusya’daki Putin iktidarının sınıfsal ve ideolojik karakterine ilişkin bir yanılsama içine girmeksizin şu söylenmelidir:

Türkiye’nin S-400 silah sistemini alması dünyanın en güçlü terör örgütü NATO’nun iç çelişkilerini derinleştirdiği, NATO’nun müdahale yeteneğini azalttığı, Türkiye’de ABD emperyalizminin etkisini sarstığı için, halkın  çıkarları doğrultusunda değerlendirilebilecek bir gelişmedir.

Halk yararına bir gelişme demiyorum, halk çıkarına değerlendirilebilecek bir gelişme diyorum. Türkiye’de emekçiler, emperyalist sistem içindeki rekabette, pazarlıklarda taraf olamaz. Ancak Türkiye’de bugünkü sömürü düzenine, adaletsizlik ve eşitsizliğe ortak olan batılı emperyalist ülkelerin, NATO ve Avrupa Birliği gibi kurumların etki ve müdahale yeteneğinin kırılması için her fırsat değerlendirilmelidir. Bu anlamda S-400’ler bir hava savunma sistemi olarak değil, emperyalist sistem içinde büyükçe bir çatlak olarak görülmelidir.

Türkiye’nin NATO’dan çıkması ve AB’ye adaylık statüsünü terk etmesi, komünistlerin yıllardır dillendirdiği bir taleptir. Bu talep günceldir ve şimdi daha fazla dillendirilmelidir. AKP hükümetinin, sırtını yerli ve yabancı tekellere dayayarak, NATO ve AB’yi sorgulamaksızın girdiği S-400 oyunu emperyalist ülkelerin Türkiye’deki varlığının daha da güçlendiği bir felaketle sonuçlanabilir. Bu felaketi püskürtmenin yolu ABD emperyalizmine, NATO’ya karşı mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir. Ve bu mücadele ülkenin bütün kaynaklarını yağmalayan sömürücü patron sınıfına, o sınıfı yıllardır ihya eden zorba ve yobaz iktidara karşı mücadeleden asla ayrı düşünülmemelidir.

S-400’ler ezilenlerin tepesine düşmemeli, ezenlerin elinde patlamalıdır.