Özgüvenli mi olsun, ahmak mı?

Kemal Okuyan'ın “Özgüvenli mi olsun, ahmak mı?” başlıklı yazısı 1 Nisan 2013 Pazartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

“Bu iş bitti” diye başlandı, bayram havası yaratıldı, içeriğe dair bir şey denmiyordu ama doğrultuya dair çok fazla şey söylendi Türkiye bir günde büyütüldü, bölge gücü oldu, dört ülkeden toprak aldı…

Anlaşma çok kapsamlıydı ama kimse anlaşmanın ne olduğunu bilmiyordu. Hükümet “bu işler gizli yürür” diyordu ama bir yandan da “hiç pazarlık yok, bir şey verilmedi”de ısrarlıydı. Gazeteciler de “bir şey vermişsinizdir elbet”te ısrar edince, Erdoğan tuttu “Öcalan’a televizyon verdim” deyiverdi. 12 kanal… “Takımının halini görsün diye…” Galatasaray’ı kastetmedi, BDP’yi kastetti… Bir sorunu çözdüğünü ileri sürerken, barış havarisi kesilirken bile kibirinden, başkalarını aşağılama alışkanlığından vazgeçmeyeceğini gösterdi ve “ben İmralı’ya televizyon bıraktım, PKK da silahları Türkiye’ye bırakıp gitsin” demiş oldu.

Önemsiz değil, hatta çok önemli ama nihayetinde “teknik” bir mesele, silahlı güçlerin Türkiye’den nasıl çıkacağı. Ve anlaşmazlık daha hemen o evrede, işin başında ortaya çıktı. Her iki tarafta da “kararlılık” var, neredeyse kestirip atmış durumdalar. Erdoğan “yasa çıkmaz ve silahlar burada kalır” diyor, PKK “yasal güvence gerekir ve silahlarla beraber çıkılır”! Öyle ki, hükümet “fazla diretirseniz, Öcalan bir kez daha konuşur” gibi tuhaf açıklamalar yapma ihtiyacı bile duydu.

Herkesin ilk aklına gelen, Öcalan ile BDP ve PKK arasında bir açının oluştuğu. Bu zaten baştan beri dillendiriliyor, hatta “İmralı’da tutulan birinin temsiliyet yeteneği”ne ilişkin kimi dokundurmalar Kürt siyasetinden de geliyordu. Ancak son tahlilde, Öcalan’ın otoritesinin mutlak olduğunu, dahası hareketin birliğini onun sağladığını herkes kabul ediyor.

Peki açının konusu ne? Sınır dışına çıkmanın biçimi “belirleyici” önem taşır mı? Yoksa bu kilitlenmenin daha stratejik, ilkesel nedenleri var mı?

Bu bilinmiyorsa, yoktur!

Kürt siyaseti, temel konularda hemen her varyasyon üzerinden siyaset yapmıştır. Bunu tek başına Öcalan’a bağlamak anlamsızdır. BDP de, PKK de bölge ülkeleriyle ilişkiler, emperyalizm, İsrail, dinselleştirme ve hatta ekonomik konularda istikrarlı politikalara sahip olmamıştır. Hareketin karmaşık yapısı, farklı sınıfsal gruplaşmaların varlığı da yeterince açıklayıcı değildir. Çünkü söz konusu başlıklarda aynı kişilerin söyledikleri de kısa zaman aralıklarında farklılaşmıştır.

Fikirler gizlenemez.

Dolayısıyla açıkça farklı bir doğrultu tarif edilmedikçe, şu ana kadar Öcalan’ın ilan ettiği (ve elbette kendi içinde bazı çelişkiler barındıran) doğrultu ile önemli bir sorun olmadığı söylenebilir.

Ancak tıkanma ne “çekilme”den ibarettir ne de tek başına “pazarlık”ta eli kuvvetlendirme kaygısının ürünüdür. Tıkanmanın nedeni, gerek AKP yandaşları gerekse Öcalan tarafından oluşturulan siyasal-ideolojik çerçevenin pratik bir sürü soru işareti ortaya çıkarmasıdır. İmralı görüşmelerinde herkesin acelesi olduğu görülmüştür. Ne var ki, bölgedeki taşları hızlı bir biçimde yerinden oynatacak adımların basite alınması mümkün olmayan zorlukları ve belirsizlikleri vardır. Bunların hepsi “ayrıntı” diye görülebilir, öte yandan bu ayrıntılar içeriğin kendisinden de önemli hale gelebilir.

Peki, Erdoğan bunu bilmiyor muydu?

Benim anladığım, padişah hazretlerinin bu sürece bir “B” planı ile girdiğidir. Onun rahatlığıyla hareket etmektedir.

Rahatlık özgüvenin de, ahmaklığın da ürünü olabilir.

Merak ettiğim, bu sürece bel bağlayanların karşılarında nasıl bir muhatap görmek istedikleridir. Özgüvenli biri mi? Yoksa...