Ölürken de devrimci: Fidel

Öldü. Alıştırarak; halkını şaşkın ve çaresiz bırakmadan. Düşmanlarını bir kez daha atlatarak; 60 yıl boyunca hayatına sayısız kez kastedip, onu kirli habercilikleriyle defalarca “öldü”ren merkezlerden gelen “müjde”yle değil, biraderi ve yoldaşı ve dostu ve ardılı Raul’un vakur açıklamasıyla…

2006’da hastalandığında Küba Fidelsizliğe hazır değildi. Raul’a ya da parti önderliğine güven duyulmadığı için değil. Çok özeldi Fidel. Türkiye’de ya da başka ülkelerde yarattığı etkiyi düşünün sonra Kübalılar için ne anlama geldiğini kestirmeye çalışın. Mesele sadece ideolojik değil, temelde öyle, lakin Fidel Küba’da sosyalizmden hoşnut olmayanlara da hep güven verdi, saygı uyandırdı. Emperyalizmin uşaklarından, CIA’den harcırah alan kalleşlerden değil Kübalılardan söz ediyorum.

Artık söylemekte sakınca yok, Küba’da birçok yetkili Fidel’in bundan on yıl önceki ağır hastalığı atlatabileceğine inanmıyor ve ülkenin bu doğal ama kabul edilmesi zor sonu “sakin” karşılaması için uğraşıyordu. Çok ama çok kaygılılardı.

Kübalı hekimler evet ama Fidel’in sarsılmaz iradesi bir kez daha devreye girdi ve ülke çok değerli bir süre kazandı, toplum komandantenin olmamasına alıştı, Raul’un farklı tarzını kabullendi.

Ölmese iyiydi, “artık ölebilirim” dediği bir anı seçti.

Kübalılar ve bütün insanlık ölümünü Küba Devlet Televizyonu’ndaki resmi açıklamadan öğrendi. CIA bir kez daha beceremedi anlayacağınız. 50 yıl görevde kaldı, o 50 yıl boyunca ne paralar döndü, ne tezgahlar kuruldu onu öldürmek için. Olmadı “öldü” diye haber ürettiler.

Evet Fidel, elde silah dağlara çıktı Batista aşağılığı “öldü” dedi; Domuzlar Körfezi çıkarmasında “öldü”, süikast yaptılar “öldü”, nezle oldu “öldü”, kolunu kırdı “öldü”, gece-gündüz, akşam-sabah “öldü”. Ve onca “ölü”ye nazire yaparcasına 90 yaşında, yatağında, güven içinde el salladı insanlığa…

Ölürken de devrimciydi, yaşarken hiç kuşkusuz.

Nefret objesi haline gelen zalim diktatöre karşı derin ahlaki temellere sahip bir mücadeleye girdiğinde halkına inanan bir devrimciydi, 1959’in başında Havana’ya muzaffer bir silahlı gücün komutanı olarak girdiğinde halk ona inanıyordu.

Batista karşıtlığından emperyalizmle hesaplaşmaya, emperyalizme karşıtlıktan komünizme ulaştı. Pişmanlıklar filan yoktu, son derece doğal bir iç evrime sahipti Fidel’in Marksist-Leninist haline gelmesi. Gelişkin adalet duygusu ve eşitlik arayışı Batista’nın devrilmesine indirgenemezdi. Che ve Raul’un sola çekici girdileri, Küba’da üretim araçlarındaki özel mülkiyetin yarattığı derin sorunlar, ABD yönetiminin fanatizmi Castro’nun henüz dağlarda ortaya çıkmaya başlayan feylesofluğu ile birleşti ve ortaya gerçek bir “lider” çıktı.

Sözcüğün her anlamında bir lider.

Komünist ve devrimci. Küba Devrimi’nde önemsiz olmayan ama 26 Temmuz Hareketi ile karşılaştırılmayacak kadar mütevazı bir rol üstlenen Küba Komünist Partisi “bu partinin liderliğini sen hak ediyorsun” dediğinde ortada yapaylığın, protokol sahtekarlıklarının kırıntısı yoktu.

Fidel komünizme kendi mücadele yolundan ulaşmıştı, ezberlerle değil.

Yanlış yapmıştır, söylediği-yazdığı her şeye katılmak zorunda değiliz. Ama yaşamı, yarattığı değerler ve sosyalizmdeki ısrarı konusunda kim ne diyebilir? 

Çok konuştu. Çok ve uzun. Danışmanlarına hazırlatmadı söylevlerini, gerçekti ve devrimciydi konuşmaları. Mücadelesini anlatmazdı konuşurken, konuşması kendi başına mücadeleydi. İspanyolca anlamam, bilmem, lakin saatlerce hiç sıkılmaksızın izleyebildiysem simültane çeviri olmayan toplantılarda Fidel’i; dil farkını el-kol hareketleriyle, jestleriyle aşmayı bildiği içindi.

Çünkü inanıyordu.

Çok yazdı, özellikle sonraları. Yine inanarak yazdı, beğenirsiniz beğenmezsiniz hep dürüst oldu, numara yapmadı. Dahası, boş yazmadı. 

Bu karmaşık çağda fikri derinliği ve bilgisi olmayanın kendisi dışındaki insanların yaşamına etki etmesi ahlaki bir problemdir. Burjuva siyaseti tam da bunları, sadece ve sadece bunları “lider” diye karşımıza çıkarıyor. Devrimci siyasette ise böylesi bir sığlık affedilemez bir suçtur. Geriye dönüp baktığımızda “bizim cenah”ta bunlardan fazlasıyla mevcut. Renksiz, ortalamacı, yol-yordam bilmeyen karikatürler sayesinde ve onlara göz yumulduğu için nice “büyük” güç rayından çıktı; “küçük” ölçeklerde yaşanan trajedileri ise tarih yazmıyor belki ama suç suçtur. 

Fidel bu anlamda Küba’nın ve insanlığın şansıdır. Tarihte bireylerin rolü üzerine çok şey söylenebilir ama bazı örneklerde Marksizmin sınırlarını azıcık zorlama hakkını kullanacaksak, tercihimizi Fidel’den yana yapabiliriz.

Fidelsiz bir Küba Devrimi? Varsayalım ki oldu. Fidelsiz Garbaçovcu karşı devrime direnemezdi Küba, bu imkansız.

Mihayil Garbaçov gittiği her sosyalist ülkede karşısına çıkan “lider”leri “siz çağdışısınız”la ezdi, “değişin” diye emir verdi, birkaç hafta sonra da CIA ile KGB ajanlarının farklı kollardan harekete geçmesiyle Avrupa’nın doğusunda kalan halk demokrasileri birbiri ardına devrildi. Bu işlemde Garbaçov’un işgal ettiği koltuğun ağırlığının yanı sıra onun baskın kişiliği de etkili oluyordu. Bu güvenle Küba’ya da gitti ve dersini aldı.

Dersini verdi çünkü dersini hep iyi çalıştı. Küba Komünist Partisi’nin “Parti Okulu” rektörü, bir keresinde “oturduğun o sırada Fidel de ders dinledi” demişti gülerek. Öğrenmekten utanmadı, rol yapmadı, yanılmazlık pazarlamadı.

Teşekkürler Fidel. Kapitalist barbarlığın yangın yerine çevirdiği gezegenimizde “işte insan” diyebiliyoruz senin arkandan, “işte bizim Fidel”, “işte bir komünist”…

Zafere kadar daima!