Kürtaja cinayet diyenler ve diyemeyenler

Yasama ve yargı, yürütmenin kontrolü altında, kurumlar ele geçirildi, medya susturuldu, orduya diz çöktürüldü, CHP muhalefet partisi olma niteliğini taşımaktan uzak, Ergenekon ve KCK operasyonları üzerinden eskisi gibi bir acil durum/tehdit algısı yaratılamıyor, sol ve emek hareketi politik gidişatı yönlendiremeyecek kadar zayıf durumda ve ekonomi kriz sinyalleri vermeye başlıyor. Mazlumiyet ve mağduriyet edebiyatının bütün argümanlarını tükettiğini, gerçekliğini yitirdiğini ve sınırlara dayanmış olduğunu görebiliyoruz. O halde, artık yeni şeyler söylemek lazım!

İktidar yeni şeyler söylemesi gerektiğini biliyor ama o yeni şeylerin şimdiye kadarki siyaset anlayışını sürdürmeye hizmet etmesi gerektiğini de biliyor, o yüzden de iktidarın yeni siyasal söyleminin merkezinde dün olduğu gibi bugün de dost-düşman ayrımı bulunuyor. Fakat bu sefer düşman, her an bir darbe aracılığıyla iktidarı ele geçirebilecek olan “darbeci-vesayetçi-jakoben” güç, yani ordu değil bu zihniyetin toplumsal alandaki taşıyıcıları olduğuna inanılanlar. Yani muhafazakâr yaşam tarzını benimsemediği ve kendisini muhafazakâr değerler üzerinden konumlandırmadığı gibi, bu değerlere itiraz eden, bu değerlerle sorunu olan kitleler.

Şöyle de denebilir: Eski rejimin elitleri yenildi, iktidarın yeni düşmanı ise eski rejimin toplumsal uzantıları, iktidarın hegemonya projesine dâhil olmayanlar/dâhil edilemeyenler, yani kürtaja cinayet demeyenler!

Eğer başörtüsü zulmünden bahsedemiyorsanız ya da eğer imam-hatiplilerin istedikleri üniversiteye kaydolamamalarından bahsedemiyorsanız, yani mazlumiyet ve mağduriyet söyleminiz gerçekliğe tekabül etmekten çıkmışsa, ne kalıyor geriye? Toplumu muhafazakâr değerler ve algılar üzerinden ayrıştırarak dostun ve düşmanın kim olduğunu tekrar hatırlatmak, bunun için de yaşam tarzlarına saldırmak. Kürtaj ve sezaryen işte tam da burada devreye giriyor. “Uludere’yle kalkıp, Uludere’yle yatıyorsunuz, her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasını basit bir gündem değiştirme çabası olarak okuma naifliğine kapılmamak gerekiyor, mesele bu kadar basit görünmüyor.

Öncelikle bu açıklamayla kürtajı cinayet olarak görmeyip, sürekli olarak Uludere katliamından bahsedenlerin, yani muhafazakâr olmayanların “ikiyüzlülüğü” ifşa edilmiş oluyor ve böylelikle onlardan susmaları talep ediliyor: Doğmamış çocukların öldürülmelerine cinayet demeyenlerin, doğduktan sonra öldürülenlerin hesabını sormaya da hakları bulunmuyor bu hesaplaşmayı sadece kürtajın cinayet olduğuna inananlar, yani muhafazakârlar, yani iktidar yapabilir!

İkincisi kürtajdan zinaya, aile kurumuna yönelik tehdit algısına, üreme amaçlı olmayan cinselliğe dair korkuya/öfkeye ve kadın özgürleşmesinden duyulan kaygıya doğru, muhafazakârlığın taşlarını döşediği uzun ve geniş bir yol uzanıyor. Kürtaj muhafazakârlığın dili için yola çıkılan yer olma niteliği taşıyor buradan yola çıkıldığında varılacak yerler ise, az önce sıraladığım üzere, dost-düşman ayrımı üzerine inşa edilmiş bir siyaseti devam ettirmek, üstelik derinleştirerek devam ettirmek için hayli bereketli görünüyor.

Üçüncüsü ve en önemlisi, üç çocuk isteğinin, sezaryen ve kürtaj açıklamalarının, sezaryenle doğumların denetim altına alınacağına dair açıklamanın, üç çocuk sahibi asgari ücretlilerin vergiden muaf tutulmasına yönelik düzenlemenin ve hatta BDP’lilere yönelik nekrofili ithamının, hepsinin beden ve cinsellikle ilgili olduğunu, iktidarın söyleminin merkezine beden ve cinselliğin giderek daha fazla bir şekilde yerleştiğini görüyoruz. Bu ise çok açık bir şekilde, iktidarın hem biyolojik varoluşumuzu, yani insan bedenini tahakkümünü icra edebileceği bir nesne olarak hedef tahtasına yerleştirmiş olduğuna hem de kendisine uygun bireyler/özneler imal etmeyi amaçladığına işaret ediyor. Biyo-siyaset, dostu ve düşmanı belirlemenin, kodlamanın ve konumlandırmanın bir parçası haline geliyor. Aynı zamanda üreme, piyasacı rasyonalitenin içerisine yerleştiriliyor iktidarın istediği sayıda çocuk yapmanın en alt gelir gruplarına yönelik bir vergi muafiyetiyle ödüllendirilmesi buna işaret ediyor yoksullardan üremeleri, ucuz emek ve oy deposu olacak nesiller yetiştirmeleri isteniyor.

Dost-düşman ayrımı üzerinden temellendirilmiş siyasetin biyolojik varoluşa yönelmesinin, yani biyo-siyasete dönüşmesinin vardığı uç noktanın faşizm olduğunu biliyoruz bu bilgiyi, ilan edilmemiş ve süreklileşmiş bir olağanüstü hal içerisinde yaşadığımız gerçeği ile birleştirirsek, yeni rejimin büründüğü totaliter karakteri de anlayabiliriz demektir: En mahrem alanların bile iktidarın denetimi ve yönlendirmesi altında olduğu, F tipi cezaevi mantığı üzerine inşa edilmiş, hapishaneleşmiş bir hayat!

Buradan pazar günkü AKP İstanbul İl Kongresi’ne geçebiliriz sanıyorum. Birinci cumhuriyete ait bayramlardaki stadyum gösterilerinin totaliter rejimlerden kalma bir miras olduğu gerekçesiyle yasaklanmasının hemen akabinde, iktidarın bir stadyum etkinliği düzenleyip, bunu on binlerin katıldığı bir siyasi ayine ve lidere biat seremonisine dönüştürmesi ne kadar da ironik ve ne kadar da açıklayıcı!

Açıklayıcı çünkü hem kongrenin icra ediliş biçimi, hem de Erdoğan’ın yapmış olduğu konuşma, inşa edilmekte olan yeni rejimin totaliter ve diktatoryal niteliğine dair son derece ipuçları veriyor. Gazetelerde yer alan haberlere göre stadyuma “Bir olduk, Birlik olduk… Birlikte Türkiye olduk” yazan bir platform kuruluyor. Platformda İstanbul maketi ve o maketin yanında elinde karanfil taşıyan dev bir R. Tayyip Erdoğan maketi yer alıyor. Stadın üzerinde ise üzerinde “Ak Parti İstanbul 4. Olağan Kongresi” yazan bir zeplin uçuruluyor.

Kongrenin ruhunu, yeni-Osmanlıcılık oluşturuyor. Stadyuma Fatih Sultan Mehmet, II. Abdülhamit ve Erdoğan'ın resimlerinin yan yana konulduğu bir afiş asılıyor ve afişte ''Hayaldi gerçek oldu. Ecdadın ruhu sende teselli buldu'' yazıyor, mehter takımı marşlar çalıyor. 1930’lar Almanya’sının III. Reich vurgusu, 2012 Türkiye’sinde yeni-Osmanlı olarak vücut buluyor.

Erdoğan bir gün önceki konuşmasında olduğu gibi yine Uludere’den, ama bu sefer konuşmasına uluslararası bir komployu ve o komployu düzenleyenlerin içerideki işbirlikçilerini de ekleyerek, bahsediyor ve şöyle diyor:

“Uludere üzerinden yürütülen kampanya, sadece ulusal değil, uluslararası bir karalama kampanyasıdır. Bu uluslararası karalama, uluslararası istismar kampanyasının içinde, PKK terör örgütü var, BDP var, CHP var, bir de belli medya kuruluşları var.”

Bir gün önceki konuşmanın bir benzeri aslında söz konusu olan bir yanda kürtaja cinayet demeyip, her gün Uludere katliamından söz eden “ikiyüzlüler”, öte yanda katliamı aydınlatmak için çabalayan iktidar var. Ancak burada yeni bir “bilgi” ile karşılaşıyoruz: Kürtaja cinayet diyemeyenler, yani CHP, BDP ve bir kısım medya, aynı zamanda uluslararası komplonun bir parçası durumundalar ve üstelik birlikte hareket ediyorlar böylelikle düşman, ulusal sınırları da aşıp, uluslararası bir düzleme yerleşiyor ve iktidarın muhafazakâr söylemine bir de ulusal güvenlikçi söylem eklenmiş oluyor.

Üremenin piyasa rasyonalitesine göre düzenlendiği, imparatorluk hayallerine hizmet etsin diye hızlı bir nüfus artışının arzulandığı, bedenin ve biyolojik varoluşun iktidarın nesnesi haline getirildiği, İslami bir muhafazakârlıktan ziyade Anglo-Sakson yeni-muhafazakârlığının söylemini dillendiren, İsrail’deki Likud Partisi tarzı bir ulusal güvenlikçiliği savunan, stadyumlarda binlerce kişiyle lidere tapınma ayinleri düzenleyen ve totaliter niteliğini giderek daha güçlü bir şekilde gösteren yeni bir iktidar yapısıyla, yeni bir iktidar mantığıyla karşı karşıyayız. Bu yapı ve mantık üzerine düşünmeye ve yazmaya devam edeceğiz.