Birinci Cumhuriyet: Sonun Başlangıcı

CHP’nin Demokrat Parti karşısında hezimete uğradığı 1950 seçimlerinin hemen ardından Cumhuriyet gazetesinde Nadir Nadi imzasıyla yayınlanan bir yazıda şöyle denilmektedir:

“[CHP] kendi bünyesini meydana getiren kalabalığın uyumunu hiç dikkate almadı. Softa ile sosyalist, ırkçı ile milliyetçi, liberalle devletçi yıllarca onun kucağında barındılar. İdeolojik sistemin motoru şefin kafasından ibaret olduğu için bu gayet tabii idi. Partililer arasında fikir ve tartışma hürriyeti lağvedilmişti. Ana prensipler üzerinde konuşulmazdı. 18. Yüzyıl liberalizminden Marks sosyalizmine, Eflatun Cumhuriyeti’nden Hanifi Mezhebi’ne kadar bütün doktrinleri gününe ve saatine göre kabullenmek vardı.”

Bu alıntı, CHP’de 60 yıldır herhangi bir şeyin değişmediğini, “yeni CHP”nin de “beş benzemezler” tarafından yönetilen ve ideolojisi keçiboynuzuna benzeyen bir parti olmaktan kurtulamadığını anlatmayı amaçlayan bir yazı için iyi bir giriş olabilirdi. Ancak derdimiz bu değil, derdimiz, ikincisinin bir anayasa ile resmileştirilmek istendiği günümüz Türkiye’sinde, Birinci Cumhuriyet’in çöküşü ve ikincisinin ilkinin içinden filizlenmesine olanak verenin ne olduğu üzerine kimi saptamalarda bulunmak.

Daha önce bu köşede yayınlanan Cumhuriyet: Uzun Bir İntiharın Kısa Hikâyesi isimli yazıda şöyle denilmişti:

“Başlangıç noktası olarak neresi alınırsa alınsın, bir gerçek ortadadır, çöküş, Milli Mücadele yılları da dâhil olmak üzere, kuruluşa içkindir ve bu içkinliğin temelinde, sol düşmanlığı ve sermaye çevreleriyle kurulan yakın ilişki vardır. Sol düşmanlığı yükseldikçe ve sermaye devleti ele geçirdikçe, cumhuriyet çözülmüş, çöküşe doğru hızla ilerlemiştir.

Bu noktada şu soru sorulabilir: Her devlet doğası gereği sınıf karakterli değil midir?

Elbette ki böyledir ve cumhuriyet de sınıf karakterli bir rejim olarak kurulmuş, yeni devlet yönünü batılılaşma ve kapitalizm olarak belirlemiş, bir yerli burjuvazi yaratmayı da hedef olarak önüne koymuştur. Ancak önemli olan kapitalizmin taşıyacağı niteliktir. Bir yanlış anlamayı baştan engellemek adına belirteyim kastedilen bir iyi bir de kötü kapitalizm olduğu ve cumhuriyetin bunlardan kötü olanını seçtiği değildir. Kastedilen cumhuriyeti kuran kadrolardan bir bölümünün daha kalkınmacı/sanayileşmeci ve dolayısıyla da göreli olarak daha bağımsızlıkçı bir iktisat anlayışını benimserken, öteki bölümünün yarı-sömürge Osmanlı’dan devralınan bağımlılık ilişkilerinin devamı yönünde bir politika anlayışına sahip olmasıdır. Bu iki tarz-ı siyaset ise cumhuriyeti kuran kadrolara Osmanlı’dan miras kalmıştır.”

Nadir Nadi’nin yazının başında yaptığımız alıntıda kastettiği kafa karışıklığı aslında bu iki tarz-ı siyasetle ilgilidir ve siyasetlerden biri, yani “Osmanlı’dan devralınan bağımlılık ilişkilerinin devamı yönünde bir politika anlayışı”, 2.Dünya Savaşı’nın sona erdiği konjonktürde partinin esas hâkimi olmayı başarmıştır.

Bu önemlidir, çünkü rejim kuran bir parti olarak CHP’de yaşanan dönüşüm, rejimin de dönüşümü anlamına gelmektedir. Dolayısıyla çöküş, daha önce de söylemiş olduğumuz üzere, kuruluşa içkin de olsa, kırılma noktası 1946-47, yani Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarıdır. Dolayısıyla inşa edilmekte ve anayasasını beklemekte olan yeni rejimin kökenleri üzerine yapılacak olan bütün tartışmalar bu yıllara kadar geri götürülmelidir.

1946’nın hemen başında ABD’ye ait Missouri zırhlısı Türkiye’yi ziyaret eder ve hemen sonrasında ABD, bir bölümünü ödemesi halinde Türkiye’nin borçlarının geri kalanının iptal edileceğini açıklar. Aynı yıl kurulan hükümetin programında ithalat ve ihracatın serbestleştirileceği, devletle özel sermaye arasında işbirliğine gidileceği, ticarete önemli teşvikler getirileceği, devletin fiyatları denetlemesini sağlayan Milli Korunma Kanunu’ndan vazgeçileceği gibi hükümler yer almaktadır. 7 Eylül 1946 tarihinde ise Türk Lirası devalüe edilerek, ithalat üzerindeki korumacı önlemler büyük ölçüde kaldırılır, böylelikle savaş sonrasının yeni ekonomik düzenine uyum sağlanması konusunda önemli bir adım atılmış olacaktır.

CHP, New York Times’ta Truman Doktrini ile ilgili olarak yazılan bir yazıda “Türkiye ve Yunanistan siyasi bir ihtilafın ileri karakollarıdır” cümlesinin yer aldığı 1947 yılında, “demokratikleşme kurultayı”nı toplar. Kurultayda devletçilik “özel sektörün karlı bulmadığı alanlarda yatırım yapmak” şeklinde tarif edilir ve özel sektörün önünü açmak için kimi kararlar alınır, ayrıca toprak reformu kanununun köylülerin üzerinde çalıştıkları toprakların sahibi olabilmesine en azından yorumsal olarak cevaz veren 17.maddesinin iptaline karar verilir.

Türk-Amerikan Dostluk Anlaşması’nın imzalandığı ve Dünya Bankası’ndan borç bulma çabalarının yoğunlaştığı ve yeni kurulan İsrail devletinin tanındığı 1948 yılında ise devletçiliğin sınırları kesin olarak çizilecek, sermayenin yetersiz bulduğu Teşvik-i Sanayi Kanununun yerine yeni bir kanun yapılması kararlaştırılacak, imam hatip kursları açılacak, hacca gitmek isteyenlere döviz tahsis edilecektir.

İlahiyat kökenli bir ismin, Şemsettin Günaltay’ın başbakan olduğu 1949 yılında, Meclis’te Arapça ezan okunmasına izin verilecek ve İstiklal Mahkemeleri kaldırılacaktır. Aynı yıl BBC’deki bir haber bülteninde ise İran, Irak ve Türk hükümetlerinin komünizme karşı birlikte çalışmaya karar verdiklerinden bahsedilmektedir.

Emperyalizme eklemlenmeyle dinselleşme, sermayeye alan açmayla sol düşmanlığı 1950 yılına gelindiğinde artık ayrıştırılamaz bir niteliğe kavuşmuş durumdadır. 1950’yi takip eden 60 sene de böyle devam edecektir zaten ve eğer aranacaksa Birinci Cumhuriyet’in çöküşüyle ikincisinin inşa süreci de bu ayrıştırılamaz nitelikte aranmalıdır.