Kurtulmuş-Soylu ikilisi ve ‘Kul Sistemi’

Bir zamanlar Erbakan’ın prensi olarak lanse edilen, Saadet Partisi genel başkanlığı yaptıktan sonra kongrede Erbakan ailesine attığı çalım sonrası süreci iyi yürütemeyerek partiden ayrılmak zorunda kalarak HSP’yi kuran ve nihayet AKP’ye geçip rahatlayan Numan Kurtulmuş siyasal kariyerini ülkenin “Türkçe ezan zulmü” gibi yakıcı sorunlarından bahsederek ve “CHP tek başına seçime girse bile yüzde 25 oy alır” gibi ‘trolllükler’ yaparak sürdürüyor. “Ak Parti (sic.) Allah’ın yardımıyla iktidarda” vecizesini de unutmayalım tabii.

Süleyman Soylu’nun kariyeri de epeyi renkli. DYP’de siyaset yaptıktan sonra DP genel başkanlığına seçiliyor. DP genel başkanlığından istifa edip geri dönüyor. Sonra 12 Eylül 2010 referandumunda evet kampanyasına enerjik biçimde katıldığı için partiden ihraç ediliyor. Bir süre sonra da kendini AKP’de buluyor. Soylu’nun AKP’de siyaset yaptığı 6 aylık dönemde yaptığı akıldan kalıcı tek şey Erdoğan’ı övme yarışında çıtayı çok yükselten, “Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ilelebet ve ebedi başkanıdır" iddiası.

Kurtulmuş ve Soylu’nun eskiden ve şimdi söylediklerini karşılaştırmak her ne kadar eğlenceli bir uğraş olsa da yaptıkları esasen Türkiye’de sağ siyaset için şaşırtıcı değil. Üstelik Kurtulmuş’un SP ve Soylu’nun DP maceraları Anadolu takımında oynarken gözü hep üç büyüklerde olan yıldız adayı futbolcu zihniyetinde olduklarını göstermişti zaten. Ama neden Erdoğan’ın zamanında partisi hatta kendisi hakkında atıp tutmuş bu iki oportünist siyasetçiyi partiye aldığı sorusunun üstünde durmaya değer.

Bence bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve başka pek çok modern öncesi devlette uygulanan ‘kul sistemi’yle ilginç benzerlikler taşıyor. İmparatorluklarda yönetici sınıfın merkezi öğeleriyle merkezkaç / taşradaki öğeleri arasında sürekli bir gerilim vardır. Esasen doğrudan üreticilerden aktarılan artığın nasıl paylaşılacağı meselesinden kaynaklanan bu gerilimde ibre zaman zaman merkeze zaman zaman diğerlerine döner ama gerilim asla tam olarak çözülmez. İmparatorluklar hiçbir zaman bugün anladığımız anlamda merkeziyetçi olamazlar.

Yönetici sınıfın merkezi öğeleri ve özellikle de hanedan ailesi bu ilişkiyi kendi lehine çevirmek için çeşitli araçlara başvurur. İşte Osmanlı’da bu minvalde kullanılan araçlardan biri de ‘kul sistemidir’. Sistem, hukuken köle olmasa da, ailevi ve yerel köklerinden kopmuş ve tamamen sultana tabi oldukları için bir nevi onun kulu/kölesi niteliğinde olan kişilerin doğrudan saraya ve sultana bağlı olarak devlet hizmetinde ve orduda kullanılmasına dayanıyordu. Amaç, yerel aristokrasinin gücünü dengeleyecek, sultana mutlak olarak sadık, güvenilir ve etkili bir askeri ve bürokratik gücün yaratılmasıydı. Devşirme yöntemiyle hedeflenen budur aralarında yeniçerilerin de bulunduğu kapıkulu askerlerinin ve üst düzey bürokrasinin hanedana tehdit oluşturacak herhangi bir sosyal bağ oluşturmasını engellemek. Tabii amaçlananla gerçekte olan arasında bir açı hep olmuştur. Epeyi ileri tarihlere kadar Balkan ve Bizans soyluları en üst düzey bürokrasiye dâhil edilmiş, yeniçerilerin asıl memleketlerinde görev yapması ve hatta aileleriyle bağlantı kurması gibi şeyler de söz konusu olmuştur. Yeniçeriler zamanla toplumsal bir tabakaya dönüşmüştür. Ancak bu ‘istisnai’ durumlara rağmen, kul sistemi sultana doğrudan ve kişisel olarak bağlı bir güç yaratma arzusuyla sürdürülmüştür.

Erdoğan’ın Soylu ve Kurtulmuş’u devşirmesinde benzer bir mantık aranabilir. Yani Erdoğan, partide bir geçmişi olmayan, tamamıyla kendine bağlı ama belirli bir etkisi de olan bir grup yaratmaya çalışıyor olabilir. Öte yandan buna şöyle bir itiraz gelebilir: Erdoğan parti içinde zaten mutlak hâkimdir onun görüşüne aykırı hiçbir söz edilememektedir ve parti içindeki herkesin siyasi kaderi zaten ona bağlıdır. Bu itiraz haklı gibi görünse de atladığı noktalar var. Bir kere, siyasi iktidar içerisinde Erdoğan’a zaman zaman muhalefet eden ve ileride daha açıktan karşı çıkma potansiyeli taşıyan Abdullah Gül gibi, Gülen cemaati gibi odaklar mevcut. Dahası, Erdoğan’a en sadık gözüken siyasetçi bile iş ciddiye bindiğinde medyadaki etkisine, tarikat bağlantılarına, uzun yıllar bakanlık yapmış olmasına ya da seçim bölgesindeki tabanına güvenerek ‘yoldan çıkabilir’. Hedefi başkanlık olsa da Cumhurbaşkanlığı’na razı olacak olan Erdoğan, gözünü arkada bırakmayacak, güvenebileceği isimler arıyor. Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu bu açıdan biçilmiş kaftan. İki sağ partinin başkanlığını yaptıkları için belirli bir itibarları var ama biri partisinden ihraç edilmiş, diğeri partisinden ayrılmak zorunda kalıp yeni bir parti kurmuş ama yeni partisi seçimlerde varlık gösterememiş. AKP’de bir tabanları yok. Dahası, zamanında AKP’ye ve Erdoğan’a yönelttikleri sert eleştiriler var. Bu eleştiriler tepelerinde Demokles’in kılıcı gibi her daim sallanacak. Kurtulmuş’un CHP’ye vurmak için eski defterleri karıştırması, Allah’ı günlük siyasete bulaştırması, Soylu’nun Erdoğan’ı ebedi şef ilan etmesi biraz da bu yüzden. Partide barınmak istiyorlarsa gerçek birer ‘kul’ olduklarını sürekli ispat etmek zorundalar.

Erdoğan fiili bir diktatörlüğe sadece yeni anayasayla değil, partiye kendine sadık kullar devşirerek de hazırlanıyor. Tarihten ders almak böyle bir şey olsa gerek.