“Yine, Yeni”: İstanbul’u Savunmak

Tarih Vakfı, ilk olarak 18 yıl önce düzenlediği “Dünya Kenti İstanbul” sergisini tekrar, bu kez başına “Yeni, Yine” ekleyerek açtı.

Eski bir serginin tekrar açılmasının sebebi merak edilebilir. Öyle ya, aradan geçen neredeyse yirmi yılda kente dair bildiklerimize eklenen hatırı sayılır şeyler olduğu gibi, tarihe bakış perspektiflerinde ve sergicilik yöntemlerinde de önemli değişiklikler oldu. Sergideyse tarihöncesi kısmına eklenen ve Yenikapı civarındaki neolitik yerleşime dair kısa not dışında bir güncelleme çabası da yok. Evet, Osmanlı tarihine ilişkin bazı panolardaki yaklaşım, diyelim yeniçeriler hakkında söylenenler, Osmanlı’nın modernleşmesine ilişkin genel yaklaşım vs. biraz ‘eskimiş’ olabilir. Ama mesele bu değil. Aslında Tarih Vakfı’nın sergiyi açmadaki zamanlaması gayet iyi.

Sergide tarihöncesine dair küçük bir bölümden sonra, geniş bir Roma (Bizans) bölümü, daha da geniş ve hem tematik hem de kronolojik olarak örgütlenmiş bir Osmanlı bölümü ve kısa bir Cumhuriyet bölümü var. Kentin ortaya çıkışından itibaren aradan geçen zamanda sayısız değişiklik oluyor: iktidar değişiyor, iktidardakiler değişiyor, din değişiyor, halkın konuştuğu dil değişiyor, rejim değişiyor, elbette kentsel mekan değişiyor kent akıl almaz derecede büyüyor, yayılıyor, etrafındaki yerleşimleri yutuyor. Daha önce ‘İstanbul’ olmayan köyler, semtler ‘İstanbul’ oluyor. Ama her şeye rağmen değişmeyen şeyler de var.

Bunlardan biri doğal şartların, iklimin ve topoğrafyanın belirleyiciliği. Özellikle serginin ilk katındaki Bizans ve Osmanlı döneminde şehir yerleşimine dair büyük maketler bunu net biçimde ortaya koyuyor. Değişmeyen diğer bir şey iktidarların kente damga vurmaya çalışması. Bizans döneminde inşa edilen pek çok saray, kilise ve başka anıtsal binalar Osmanlı sultanlarının inşa ettirdiği görkemli camiler, saraylar, kentlilere ve kente kısa süreliğine gelenlere iktidarın, dolayısıyla kentin asıl sahibinin kim olduğunu hatırlatmaya çalışıyordu. Bir yandan da sonsuza dek ayakta kalacak heybette ve sağlamlıkta yapılar yaparak zamana ve ölüme meydan okumaya… Cumhuriyet döneminde kentin artık başkent olmaması bu çabanın yoğunluğunu azaltsa da Cumhuriyet rejimi de Taksim meydanı gibi projelerde kentte kalıcı izler bırakmaya çalıştı. Geçen onca zamana rağmen değişmeyen bir başka şey, kentte yaşayan yoksulların, geniş halk kitlelerinin görünmezliği. Kitlelerin kendilerini inkâra yer bırakmayacak şekilde gösterdiği ayaklanma dönemleri hariç, onları görmek için, serginin de ima ettiği gibi, satır ve sokak aralarına, kenar mahallelere, izbe binalara bakmak gerekiyor. Bizans’tan 20. yüzyıla kalan bir başka ortaklık, deprem gibi doğal ve yangın gibi ‘yapay’ felaketlerin İstanbul’u yeniden biçimlendirmek için fırsat olarak görülmesi. Özellikle modern kent planlamanın olmadığı dönemlerde bu gibi kentin bir bölümünü yok eden olaylar o bölgeleri dönüştürmek için vesile olarak görülüyor.

Öte yandan, İstanbul için değişen çok şey de var. Kent bugün tarihte eşi benzeri görülmemiş bir tehdit altında. Ülkeyi 11, kenti 20 yıldır yöneten zihniyet, tüm kentsel alanları olduğu gibi İstanbul’u da inşaat ve rant odaklı büyüme anlayışına yem etmeye kararlı. Üstelik en büyük ve dolayısıyla da en çok rant üreten kent olarak İstanbul’un durumu daha da vahim. Merkezi iktidar, büyükşehir belediyesi ve onların etrafına yuvalanan müteahhitler ve emlak spekülasyoncular kenti doymak bilmez bir çekirge sürüsü gibi kuşatmış durumda. Bu çekirge sürüsü kenti en önemli meydanından adalarına, kuzeydeki ormanlarından sur dibindeki bir avuç bostana kadar dur durak bilmeden, sınır, kural, insaf tanımadan yağmalıyor. Artık yoksulları yerinden etmek için yangın ya da afet olması beklenmiyor, afet olasılığı bile ‘kentsel dönüşüm’ için başarıyla kullanılıyor. Doğal afete gerek yok çünkü iktidarın kendisi emekçiler için bir felaket. Kendisini İstanbul’un tarihsel mirasına ilk büyük darbeyi vuran Menderes hükumetinin mirasçısı sayan iktidar iyice ileri giderek tarihsel mirasa ve doğaya yapılan saldırıları açıkça sahipleniyor rant için, inşaat için hiçbir engel tanımayacağını “yol için gerekirse cami de yıkarım” diyecek kıvançla duyuruyor.

Bugün ülkenin her yerinde bir savaş sürüyor: kenti, yaşam alanını, kent hakkını savunanlarla çekirge sürüsü arasında. Yıllardır irili ufaklı mevzilerde süren savaş Haziran’da parklara, meydanlara, bulvarlara, sonrasında forumlara taşındı. Saldırı öyle büyük ki her yerde, her platformda, her mevzide savaşmaktan başka çaremiz yok: parklarda, sokaklarda, meydanlarda, ormanlarda, akademide, medyada, sosyal medyada, mahkemelerde, salonlarda, sandıklarda, cephede…

Sergi kapsamında düzenlenen panel ve söyleşilerin gösterdiği gibi “Yine, Yeni: Dünya Kenti İstanbul” sergisi bu mücadelenin bir başka veçhesi. Sergi “İstanbul için requiem”le bitse de bu bizi yas tutmaya değil mücadeleye çağıran bir ağıt.