“Direnmenin Estetiği”nden Haziran’a: Herakles yok, Deccal yok, Halk Var!

Peter Weiss ‘ın anıtsal romanı Direnmenin Estetiği, Pergamon (Bergama) sunağı üzerine uzun bir pasajla açılır. Berlin’deki Pergamon müzesinde bulunan sunağı ve özellikle de sunağın en bilinen öğesi olan frizi uzun uzun inceleyen roman kişileri friz üzerine hararetli bir tartışmaya da girişirler. 15 yaşındaki Heilmann ve 20 yaşında olan ve bir yılını hapiste geçirmiş Coppi ve yine aynı yaştaki isimsiz anlatıcı esasen iktidarın görkemini yansıtmayı amaçlayan frizi çok farklı bir perspektiften ele alırlar. Akşam okullarına giderek kendilerini geliştirmeye çalışan bu 3 genç işçi tanrılarla devlerin mücadelesini yansıtan yapıtı sınıf mücadelesi üzerinden okumaya çalışırlar. Tartıştıkları şeylerden biri de frizin sadece tanrılara yakın olanlara, yani iktidardakilere değil, halk kitlelerine de güç ve özgüven kazandırıp kazandıramayacağıdır.

Bu tartışmayı yaptıklarında tarih 22 Eylül 1937’dir. İktidarda Nazi partisi vardır ve yaklaşmakta olan felaketin ağırlığı tartışmaya sinmiştir. Heilmann, Coppi ve anlatıcı roman boyunca birkaç kez daha Pergamon sunağı frizini tartışırlar. Kendileri de aktif olarak anti-faşist mücadele içinde bulunan bu üçlünün friz üzerinden tartıştıkları çeşitli meselelerden zamanla direniş öne çıkar. Faşizme nasıl direnilecektir? Direnişi az sayıdaki direnişçiye, öncüye bırakmayıp taban yayan bir hareket nasıl oluşturulabilir? Geniş halk kitlelerinin anti-faşist mücadeleye destek vermeleri nasıl sağlanacaktır?

Romanın 3 kahramanının frizi tartışırken odaklandıkları noktalardan biri de Herakles’in rolüdür. Zeus ile Alkmene’nin oğlu olan Herakles bir yarı tanrıdır. Müthiş kuvveti, akıl almaz cesareti ve insanların koruyucusu olma hasletiyle Herakles frizde resmedilen öykünün merkezindeki karakterlerden biridir. Öte yandan frizde Herakles doğrudan tasvir edilmez. Herakles orada gibidir, anlatılan hikâyenin önemli unsurlarından biridir, ama insanlığın bu büyük kurtarıcısı aslında orada yoktur.

Bu bilmece romanın sonunda açıklığa kavuşur. Yıllar geçmiş, direnişçilerin çoğu sürgünde, çatışmada ya da idam sehpasında öldürülmüştür.

Herakles’in gelmeyeceği, belki de var olmadığı belli olmuştur. Romanın sonu bunu açıkça ifade eder: kurtuluş Herakles’te değildir.

***

Elbette 1930’ların anti-faşist direnişiyle bugün Türkiye’de AKP’ye direnmek açısından pek çok fark var. Ama o direnişten, direnişin başarısızlığa uğramasından çıkarılacak önemli dersler de var. Basit gibi görünüyor ama ilk önemli ders şu olabilir: bir kurtarıcıdan medet ummak beyhude. İlk bakışta bu ders anlamsız görülebilir. Kimsenin bir kurtarıcı, kahraman beklediği yok denilebilir.

Bir kahraman beklediğimiz yok, doğru. Ama dışarıdan gelip bizi kurtaracak bir odak, bir beklenti içinde olduğumuz iddiası çok yanlış değil. Elbette sosyalistlerin çoğunluğu Gülen cemaatinin ne idüğünü biliyordu. AKP’nin siyasi davalarının müteahhitliğini yapan gerici, emek ve kadın düşmanı cemaatin notunu çok önceden vermiştik. Ancak 17 Aralık’ta başlayan cemaat salvosu pek çoğumuzda hükumetin devrileceği yönünde bir umut yarattı. Öyle ya, bu kadar bariz yolsuzlukları, iyiden iyiye mafyalaştığı görülen bir iktidar yerinde kalamazdı. Öyle olmadı, iktidar ciddi bir yara alsa da cemaatin saldırısını düşmeden atlattı.

Bir kaç senedir beklediğimiz bir başka anti-kahramanıysa beklemeyi sürdürüyoruz: ekonomik kriz. AKP iktidarının uyguladığı ekonomik politikaların ülke ekonomisinin bıçak sırtına getirdiği malum. Bu politikaların sürdürülebilir olmadığı da. Ama AKP’den kurtulmak için olası bir krizden medet ummanın çıkar yol olmadığını kavramamız gerekiyor. Büyük bir ekonomik kriz çıkması gayet muhtemel, ancak dünya konjonktürüne bağlı olarak bu olmayabilir de. Şiştiğini herkesin bildiği emlak balonu patlayabilir de, bir süre daha şişmeye devam da edebilir. Üstelik bir ekonomik krizin siyasi sonuçlarının arzuladığımız yönde olacağının garantisi de yok.

AKP iktidarının bitmek bilmemesi sonucu içine düştüğümüz karamsarlık ortamında bir kahramanın ortaya çıkmasını beklemiyoruz belki ama cemaat gibi aktörlerden ya da ekonomik kriz gibi olaylardan hala umduğumuz şeyler var. Mehdi’yi beklemiyoruz belki ama daha kötüsü Deccal’i bekliyoruz.

***

“… Heilmann ve Coppi’den haber aldığımda elim kâğıdın üzerinde pelteleşecekti. Oradan kalkıp frizlerin, toprağın oğullarının ve kızlarının onların mücadeleyle elde ettiklerini her seferinde elinden almak isteyen güçlere karşı ayaklandığı Pergamon frizlerinin önüne gidecektim, Coppi’nin anne babasını ve benim anne babamı tozun toprağın içinde görecektim, fabrikalardan, tersanelerden ve maden ocaklarından düdük sesleri ve uğultular gelecek, haznelerin çelik kapıları çarpacaktı, hapishane kapıları gümbürtüyle kapanacak, onların çevresini demir ökçeli çizmelerin şakırtıları saracak, makineli tüfeklerin takırtısı yükselecekti, taşlar havada uçuşacaktı, havaya ateş ve kan püskürecekti, sakallı yüzler, parlayan dişler, elyaf örgüsü miğferlerin altındaki solgun yüzler, hâlâ çocuksu genç yüzler hücuma kalkacak ve buharın içinde tekrar kaybolacaktı, ve uzun kavgalardan körleşmiş, yukarıya doğru hamle yapanlar da birbirlerinin üstüne çökecekler, birbirlerini boğup tepeleyeceklerdi, silahlarını sürükleyen yukarıdakilerin de birbirlerinin ezip parçaladığı gibi, ve Heilmann Rimbaud’dan dize okumuş olacaktı, ve Coppi manifestoyu zikretmiş olacaktı, ve hercümercin içinde bir boşluk belirecekti orada, herkesin elinin yeteceği yerde, ve onlar aşağıda birbirlerini bırakmadığı sürece, aslan pençesini görmeyeceklerdi, ve o boşluğu doldurmak üzere bildik biri çıkagelmeyecekti, onlar kendileri o tek hamleyi, üzerlerindeki, onları ezen korkunç baskıyı kaldırıp atacak o hareket için kollarını hız alarak savuracaklardı.”

Haziran’ın yıldönümü yaklaşırken aklımızda binlerce soru var. “Direnmenin Estetiği”nin bu müthiş kapanış pasajı bu sorular için bize yol gösteriyor: Yine baskı olacak, yine zulüm olacak, yine savaş olacak, yine yoksullar, ezilenler birbirlerine düşecekler. Beklenen kurtarıcı gelmeyecek. Ama emekçiler var, bilim var, sanat var, öfke var, umut var. İlle de umut var!