Soma katliamı ve 19. yüzyıl kapitalizmine geri dönüş

Kapitalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren belirgin bir eskiye dönüş yaşadığı tespiti sıklıkla yapıldı. Bu eskiye dönüş hem ideolojik anlamda hem de somut toplumsal üretim ilişkilerinde geçerli. İdeolojik anlamda neo-liberalizm kapitalist toplumların düşünce hayatını uzun zamandır tahakküm altında bulunduruyor Keynesçi modelin gerilemesiyle birlikte liberalizm, özüne, yani klasik liberalizme, 20.yüzyıl öncesi, refah devleti öncesi dönemine döndü (bu anlamda ‘neo-liberalizm’ tabiri gayet yerinde). Bu kökten piyasacı görüş, sermaye birikimi önündeki tüm engellerin kaldırılmasını amaç edinirken piyasanın düzenlenmesine yönelik tüm adımları reddetti. Refah devleti kapitalizminin piyasayı düzenleyen adımlarının önemli bir kısmı emeğin belirli ölçülerde korunması ve emeğin yeniden üretiminin güvence altına alınmasına yönelik olduğundan bu düzenleme karşıtlığı beraberinde bariz bir emek karşıtlığını da getirdi. Emeğin yeniden üretiminin sorumluluğunu tamamen tek tek emekçilere yıkan bu anlayış ideolojik düzlemde en veciz ifadesini Britanya başbakanı Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur” sözünde buldu ve üretim ilişkilerine de finansallaşma, enformelleşme ve taşeronlaşma olarak yansıdı.

Kapitalizmin küresel ölçekte yaşadığı bu ‘flashback’ın bir boyutu da kapitalist sermaye birikiminin doğa ve insana karşı en ufak bir kaygı taşımaksızın, neredeyse kısıtsız biçimde işlediği döneme dönüş oldu. Marx’ın ‘ilksel birikim’ dediği bu dönem, 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılda hortladı. Çevrenin kayıtsızca talan edildiği ve yoksul insanların sermaye birikimi için yerlerinden edildikleri ve ellerindeki ekonomik, fiziksel ve toplumsal varlıkları kaybetmeye zorlandıkları bu süreçler David Harvey tarafından ‘mülksüzleşme yoluyla birikim’ olarak adlandırıldı.

Bir laboratuvar olarak görülen Latin Amerika’da daha önce uygulanmaya başlansa da küresel ölçekteki yaygınlaşması mahşerin üç atlısı, yani Thatcher, Ronald Reagan ve Papa II. Iohannes Paulus (taze Aziz Jan Pol) bayraktarlığında olan neo-liberal politikalar Türkiye’ye de 24 Ocak 1980 kararları, 12 Eylül askeri rejimi ve ANAP hükumeti eliyle girdi. Ancak AKP döneminde Türkiye iyiden iyiye neo-liberal sermaye birikim modeli için bir dikensiz gül bahçesi haline geldi. Sermaye AKP iktidarında tam bir altın çağ yaşarken sendikalar etkisizleştirildi, emek hareketi sindirildi ve neo-liberalizmin iki yüzü, yani hem kuralsızlaşma hem de mülksüzleşme yoluyla birikim ekonomik hayata egemen oldu.

Mülksüzleşme yoluyla birikimin temel ajanı TOKİ oldu. 1980 öncesinde gecekondulaşmaya göz yumarak en azından kente yeni göçen emekçilerin barınma sorununu kendilerinin çözmesine izin veren sermaye ve devlet artık emekçilerin merkeze görece yakın mahallelerden yaşamasına dahi tahammül etmeyerek onları kentin piyasada en değersiz görülen bölgelerine sürmeye başladı. ‘Kentsel dönüşüm’, artık neredeyse gizlemeye bile gerek duyulmayan bir sınıf nefretinin şiarı oldu. Küresel eğilimlere de paralel biçimde doğal afetler ve afet riski de kentsel mekandan rant üretmek için kullanıldı.

Ülke ekonomisinin yaşadığı neo-liberal dönüşümün bir başka sonucu enformelleşme ve taşeronlaşmaydı. Bunun en feci neticelerinden biri de en temel iş güvenliği ilkelerinin bile sermayedarlar tarafından sistematik olarak ihlal edilmesi oldu. Bu durum kendini bilhassa ölümlü iş kazalarının sayısında yaşanan dramatik artışta gösterdi. Ekonomide gemi inşaatı ve inşaat gibi düşük katma değerli sektörlerin öne çıkması emekçilerin canlarının ucuzlaması üzerinden sermaye birikimini dayattı.

AKP iktidarının ve sermayenin işçilerin sağlığı ve güvenliği konusundaki pervasızlığı öyle boyutlara ulaştı ki yeraltı madenciliği gibi doğası itibariyle tehlikeli olan ve iş güvenliğine ciddi yatırım yapılmasını gereken sektörler de özelleştirme ve taşeronlaşmayla karşı karşıya kaldı. Madencilikte en büyük iş kazalarının 1980 sonrası yaşanması tesadüf değil kuşkusuz ancak AKP bu konuda da ülkeye çağ atlattı. Türkiye’nin en büyük iş kazası ve dünya tarihindeki sayılı büyük kazalardan biri olan Soma katliamının AKP iktidarında yaşanması şaşırtıcı değil bu “şeref” elbette AKP’nin olacaktı!

Yüksek lisans tezim için Osmanlı döneminde Zonguldak kömür havzasını araştırırken şöyle bir tabloyla karşılaşmıştım: madenler özel işletmecilerce işletilmekteydi, işçilerin sağlığı ve güvenliği hiçe sayılmaktaydı, işçiler düşük ücretlerle çalıştırılmakta ve ücretlerinden keyfi kesintiler yapılmaktaydı, iş kazaları vaka-i adliyeden sayılıyordu. Üstelik kronik işgücü açığını çözmek için bir dönem zorunlu çalışma da (‘mükellefiyet’) dayatılmıştı. Daha sonra kentin mevcut durumuna odaklanan başka bir araştırma için Zonguldak’a tekrar gittiğimde 19. yüzyılın bazı sorunlarının hortladığını gözlemledim: özelleştirme, taşeronlaşma, kaçak ocaklar, düşük ücretler, özel sektörün güvenliği önemsememesinden kaynaklanan kazalar… Hatta madencilerin kredi borçları yoluyla bir tür yeni mükellefiyet…

Soma katliamına yol açan etmenlerin Zonguldak’takilere benzer olduğu anlaşılıyor. Devletten kiraladığı ocakta ton başına maliyeti şu kadardan şu kadara düşürdük diye böbürlenen kapitalistin maliyetten kıstığı alanlardan birinin iş güvenliği olduğu kesin. Soma’ya da Zonguldak’a olduğu gibi 19. yüzyıl kapitalizmi özelleştirme ve “rödövans” yoluyla girmiş.

Üstelik yaşadığımız şeyin büyük bir eskiye dönüş olduğunu en yetkili kişi, bizzat Tayyip Erdoğan kabul etti. Akıl sağlığı yerinde olan bir insanın en az 300 madencinin hayatını kaybettiği bir yere gidip, “büyütmeyin canım, bunlar olağan şeyler” demesi olacak şey değil kuşkusuz, yine de Erdoğan’ın maden kazalarının olağanlığını kanıtlamak için verdiği örnekler iktidarın meseleye bakış açısını göstermesi açısından önemli. Farklı ülkelerden verdiği en yeni örnek 50 yıllık olan Erdoğan, 1860’larda yaşanan kazalardan rahatça bahsetmekte beis görmedi. İşçilere ve yakınlarını kaybeden insanlara şunu söyledi aslında: ‘19. yüzyılın kapitalizminde yaşıyorsunuz iş güvenliği, sosyal güvenlik yok öldünüz, öleceksiniz böyle bir durumda bekleyebileceğinizi en iyi şey cesedinizin çıkartılması ve otopsinizin hızlı yapılmasıdır.’

Her tür sağduyusunu yitirmiş olan Erdoğan Soma’da açık konuştu ve sermayenin perspektifini dolaysız olarak temsil etti. Onu bu kadar açık konuştuğuna pişman etmek de bizim boynumuzun borcudur.