Yalan öldürür

Burjuva siyasetinde dürüstlük aramıyorum. Ama yalan dediğimiz şey toplumsal bir olgu haline geldiğinde “yalancıların marifeti” olmaktan çıkmış demektir. O mekanizma, egemen güçlerin, toplumsal ilişkilerin sömürüye dayalı özünün üstünün örtülmesi ihtiyacından doğar. Bu örtü basit yalanlarla hedefine ulaşmaz.

Öyle bir mekanizma ki, işçi sömürülecek, ama hak ettiğini aldığını sanacak. Ulus uzlaşmaz çıkarlara bölünmüş olacak, ama kalabalıklar ulusal çıkar sandıkları bir şey adına kendilerini feda edecek. Halkın vergileriyle kurulmuş bir işletme para babasının tekine verilecek, herkes bunun hırsızlık değil verimlilik olduğuna inanacak. Kadınlar öldürülecek, törelere saygı duyulacak. İnşaattan düşeceğiz, tanrı öyle istemiş olacak…

Kapitalist toplumda, olağan durumda insanlar gerçeğin ters yüz edilmiş haline baka baka yaşamaya devam ederler. Bu yalancının marifeti olamayacak kadar büyük bir mekanizmadır. Elbette içinde alçak ve ahlaksız yalancılar vardır. Kenan Evren okuduğu ayetlerin satırına inanmıyordu, bana sorarsanız. Demirel sağcıların çatır çatır adam öldürdüğünü biliyordu. Normaldir; karanlık odada semirmek, karanlık adamlara yaraşır.

Ben de kalkıp burjuva siyasetinde olmayacak bir şeyi, dürüstlüğü, açık sözlülüğü arıyor değilim. Yalnızca yalancı ve alçakların, kendilerinden daha büyük bir toplumsal mekanizmanın dişlileri olması gerektiğinden hareket ediyorum.

Ne fark eder, demeyin. Böyle olduğunda insanlar yalan söyleseler bile insanlık doğru söylemeyi bir erdem sayar. Ve bu iyi bir şeydir. Böyle olduğunda karşınızdakinin toplumun ve insanlığın evrensel kimi değerlerine aykırı olduğunu kanıtlamaya dönük bir tartışma yapabilirsiniz. İkna ettiğiniz ölçüde örgütlenirsiniz mesela. Çok şey fark eder…

Elinde eksik gedik de olsa herhangi bir ölçüt kalmayan toplum hakikate yaklaşmaz. Çürür.

Türkiye’de çürümenin hızına yetişmek imkânsız hale geldi. Referandum sathı mailine gireli beri korkunç bir koku kapladı ortalığı!

Keşke konuyla sınırlı kalsaydı. Keşke alçak ve ahlaksızlar özgürlük, istikrar, refah falan diye saysalardı yeni Anayasanın nimetlerini. İsterlerse cennet dağıtsalardı da, yalan haddini bilseydi. Olmuyor…

Bakan başka bir ülkenin bakanına yalan söylüyor. Öyle olunca “mecbur kalsan Türk vatandaşı mı olursun, Hollanda’yı mı seçersin” sorusuna ne yanıt vereceğini herkesin bildiği birileri Tayyip için kendilerini köpeklerin önüne atıyor. Kadın şehit olmaktan söz ederken ailecek paraları sayıyorlar. Gökçek bir sürü yabancı gazeteciyi hayali bir programa davet ediyor, geldiklerinde karşısına alıp abuk sabuk bir konferans veriyor. Öyle olunca biri de kalkıp ineğini keseceğini söylüyor; tabii kesmiyor. Devletin bir ağzı yaptırım diyor, diğer ağzı “ama ekonomik değil” diye ekliyor. Öyle olunca beriki inekleri sınır dışı ettiğini ilan ediyor, ama meğer sınır mezbahanın kapısıymış, o anlaşılıyor. Devrelerinin yandığı anlaşılan birileri at binip “izin ver” yazılı pankart açıyorlar, izin ver atları Avrupa’ya sürelim...

Dağcılıkla ilgisi olmayan bir kişi olarak ben bile bu spor dalında aslolanın beyan olduğunu biliyordum. Zaten başka türlüsü bir dizi zirvede mümkün olamaz herhalde. Kimsenin görme şansı olmayabilir, benim zirveye kadar çıkıp çıkmadığımı. Suyun dibine dalardık da kumu avuçlayıp kanıtlardık. Dağdan ne getireceğiz? Taş mı?

Çürüme derken; çıkar iki dağcı, 15 Temmuz şehitleri için And Dağlarına tırmandıklarını ilan ederler, karşılığında plaket alıp, getirdikleri taşı eline tutuştururlar!

Lafın gelişi söyledim karşılığında plaket aldıklarını. Kimden, ne zaman, nerede, başka ne aldıklarını bilmiyoruz. Biri anlatsa da nasıl inanırız ki artık? Dağcılık camiası “beyan esası geleneğinin ihlal edilmediğine inanmak istiyormuş.”

Bildiğimiz şudur ki, Türkçenin o tuhaf deyiminin bittiği yerdeyiz. Yalan artık öldürmeye başladı. İnsan ölüyor. Zaman azalıyor. Bu kokunun dağıtılması, çürümenin son bulması gerek.