İnadından, devrimciliğinden, komünistliğinden öğrenmeye çalıştığım insanlardan biri. Birkaç anı kırıntısı, üç beş satır olsun yazmadan, nasıl başka herhangi bir şey yazabilirim?

Sen de mi gittin Yalçın Ağabey?

Haberi görünce, kafamda neredeyse bitirdiğim Erzincan’daki “sömürge madenciliği” ile ilgili yazı uçup gitti sanki. Dursun bakalım, herkes yazıp konuşuyor, iyi yapanlar da az sayılmaz. Belki haftaya döneriz.

Ölüm haberi gelen, herhangi biri değil. Elli küsur yıldır tanıdığım, hayatımın hemen hiçbir döneminde ilişkimi büsbütün koparmadığım, öyle sandığım, en azından “şimdi nasıldır, ne yapıyordur” sorularıyla aklımın köşesinde tuttuğum bir insan ölmüş. İnadından, devrimciliğinden, komünistliğinden öğrenmeye çalıştığım insanlardan biri. Birkaç anı kırıntısı, üç beş satır olsun yazmadan, nasıl başka herhangi bir şey yazabilirim?

***

Bizim Sinan’ın (Cemgil) referansı ile parti üyesi olduğumda, o Çankaya İlçe Başkanı mıydı acaba? Yoksa Ankara İl Başkanı mı? Yıllardan 1968 olduğuna göre, ikincisiydi galiba. Çok emin değilim. Şimdi biraz daha zorlayınca, il başkanı olduğunu çıkarabiliyorum. Söze böyle bir belleksizlik gösterisi ile başlamak da pek inandırıcı oluyor doğrusu. Bundan sonra yazacaklarımıza kim inanır şimdi!

Neyse, o zamanlar, daha çok büyük ağabey-en küçük kardeş ilişkisiydi zaten. Her ikisinin işleri uğraşları epeyce farklı. Büyük ağabey sevecen, yardımsever de olsa, küçük kardeş biraz ürkek, çekingen. Yine de büyüğünün doğrudan ya da dolaylı olarak verdiği işleri yapmaktan geri kalmıyor.

***

O işlerden biri şöyleydi örneğin: Partiden haber gelmiş. Kemal Bayram arkadaşımız bir günlük gazete çıkarıyor. Ona destek olunacak, yardım edilecek. Ulus’a gidiyorum. Rüzgârlı Sokak, ama alt tarafından girilince, hemen biraz ileride. Kemal Ağabey’in odasına girip kendimi tanıtıyorum. “Neler yapabilirsin?” diye soruyor o. “Tiyatro ile ilgiliyim, üniversitede Tiyatro Kulübü’nün yönetimini aldık, orada çalışıyoruz, daha eski yakınlığım da var. Tiyatro yazıları yazabilirim.” Biraz duraklıyor, sonra devam ediyor: “Sinema yazılarına ihtiyaç var. Çok ilgi çekiyor. Yazabilir misin?” “Olur” diyorum; sonunda sinema ve tiyatro yazıları yazmama karar veriyoruz.

Böylece Yenigün gazetesinde yazı yazmaya başlıyorum. Sinemaya gitmeye karar verirken gazeteye yazmaya değer mi diye de düşünmeye başlıyorum artık. Öte yandan, Ankara’da devlet tiyatrolarının birden çok sahnesi var; sonra AST da kurulmuş epeydir, güzel güzel oyunlar oynanıyor. Tiyatroları düzenli olarak izlemek biraz pahalıya patlıyor. Sinemalar daha ucuz; zaten daha çok istenen de sinema yazılarıydı.

Daktilom falan yok. Tükenmez kalemle, çizgili dosya kâğıdına yazıyor, Rüzgârlı’ya götürüp teslim ediyorum. O yazılarda Mesut Odman adında bir yazar da ortaya çıkmış oluyor. Yazılar pek uzun sürmüyor ama. Şu anda neden sorusunun yanıtıyla ilgili bir karşılık bulamıyorum belleğimde.  “Müstear” isim kullanmaya gelince, o bir gençlik özentisi. Çok sonra, bürokratik zorunlulukların dayatmasıyla, kalıcılaşıyor.

***

Derken, 1970 yılı Ekim ayının son günlerine geliyoruz. Partinin IV. Büyük Kongresi yapılıyor. Görevimiz, kapıda nöbet tutmak, güvenliği sağlamak. Yönetimi ele geçirmeye çalışanların umutsuz girişimleri oluyor. İçlerinde bizim okuldan arkadaşlar da gözümüze çarpıyor. Birbirimize kesik atıyoruz karşılıklı. Ama pek öyle hırgür çıkmıyor.

Bir görevimiz de temizlik. Molalarda salonun içini, fuayeyi süpürüyoruz. Yetişkin üniversite öğrencilerinin güle oynaya bu işleri yapmaları az çok belli edilen takdir duygularıyla karşılanıyor.

Son gün seçim yapılıyor. Bizim Yalçın Ağabey Genel Yönetim Kurulu’na; ertesi gün de GYK toplantısında Merkez Yürütme Kurulu’na seçiliyor.

***

Aradan ancak birkaç ay geçmiş. Sonraki yılın ilk günlerindeyiz. Şimdi kaynaklara bakıyorum: Günlerden 8 Ocak, yıl 1971. Genel Başkan Boran basın toplantısı yaparak “Faşizme Hayır Kampanyası” başlattıklarını açıklıyor. Ülke çapında etkinlikler yapılacak. Yüzbinlerce bildiri dağıtılması da bunların içinde. Yalnız Ankara için değil bütün orta Anadolu illeri için kullanılmak üzere bildiriler bastırılacak. Yalçın Cerit, biz üç sınıf arkadaşını görevlendiriyor. O zamanlar şimdiki “kanka” deyişi yoktu ama, üçümüzü anlatmak için şimdi onu kullanabiliriz. Matbaada bildiriler basılırken biz sabaha kadar nöbet tutacağız.  Nöbet dediysem, akıl nöbeti. Birimizde olsun bir çakı bile yok. Ne için nöbet? Bir, faşist militanlar, örgütlü ya da çapul olarak, matbaayı basabilirler. İki, polis engellemesi olabilir. Yalçın Ağabey ne yapacağımızı bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Matbaa beş altı katlı bir apartmanın bodrumunda. Bayağı uzun bir merdivenle iniliyor. Anlatıp bitirdikten sonra vedalaşıyor. Ardından, yine merdivenlerde görünüyor. “Tamam değil mi, çocuklar. Bir sorun var mı?” Yok ağabey, diyoruz. Gidiyor. On dakika geçiyor geçmiyor, yeniden geliyor: “Karnınız aç mı?” Aç olmadığımızı, acıkırsak çaresine bakacağımızı söylüyoruz. Böyle böyle birkaç kez daha dönüp geliyor. Şu da tamam mı, bunu da anladınız mı? Sıkıntılı bir işe koştuğu çocuklarına kol kanat geren sevimli bir baba sanki. Oysa, büyüğümüz ama, babamız olacak yaşta değil.

O geceyi yıllarca unutmamış, sık sık hatırlayıp konuşmuşuzdur. Biz üç can ciğer arkadaş. Birimiz çok erken gitti, daha ‘95 yılıydı.

***

Ardından 12 Mart. Önce parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyor. Sonra Sıkıyönetim Mahkemesinin parti yöneticileri için ağır mahkûmiyet kararları. Arkasından Mayıs 1974’te genel af ve genel affın “eşitlik ilkesine aykırı” olarak Müslüman demokratlar yahut demokrat Müslümanlar tarafından sakatlanması ve nihayet aynı yılın Temmuz ayında tahliyeler. Derken, 1 Mayıs 1975’te partinin yeniden kuruluşu.

Bunları yazarken aklıma onunla İstanbul’da bir karşılaşmamız geliyor. Herhalde ‘77 yılıydı. Spor Sergi’de Şili ile dayanışma gecesi düzenlemişiz. Şili’den devrimci müzisyenler gelmişler, konser veriyorlar. Adalet Hanım’ın da katılıp bir konuşma yaptığı o toplantıydı herhalde.

Sigara içmek için dışarı çıkıyorum. O sıralar bırakma fikrinin belirtisi bile yok kafamda, tüttürüp duruyoruz. Bir de bakıyorum, Yalçın Ağabey. O da mı sigara içmek için çıkmış, hiçbir iz yok belleğimde. Ama, nedense, onu elinde ya da dudaklarında sigara ile gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Bir aşağı bir yukarı volta atarak söyleşiyoruz. Nerden geldiysek oraya, Avrupa’nın doğusundaki sosyalist yönelişli ülkelerdeki iktidarların pek sağlam olmadığını, Nazi ordularının Kızıl Ordu tarafından süpürülüp atılmasından ve içerdeki faşist örgütlenmelerin bastırılmasından sonra kurulan düzenlerin çoğunda ipin kopabileceğini konuşuyoruz. Daha doğrusu, o konuşuyor ben itirazsız dinliyorum, demeliyim.

***

Sonrası, 12 Eylül karanlığı yaklaşırken, uzunca bir ara. Önce partiden atılışım, ardından o karanlık, ardından onun zorunlu uzaklaşması…

Yeniden aynı partide buluştuğumuzda, yapmaktan vazgeçmediğim bir şaka, belli bir gaddarlıkla desem yerindedir, çünkü enikonu üzülürdü: “Abi, nasıl da attınız bizi, hele senden hiç beklenmezdi!” diyerek her lafı açışımda, “Ben atmadım, ben yoktum atanlar arasında.” diye biraz kızgınlık, biraz haksız suçlama karşısında telaş göstererek itiraz ederdi. Şaka, hatta sonlara doğru bayatlamış bir şaka olduğunu bildiği halde.

“Abi” deyişim fark edilmiştir. Düzeltmeyi unutmuş değilim. Hem “ağa”yı  hem “bey”i birleştirerek iyice sevimsizleşen o sözcük yerine bunu kullanmakta ne sakınca olabilir? İlk heceyi biraz uzatarak söylersiniz, olur biter.

Bir de aynı kurulda birlikte görevliyken hakkımızda yapılmış bir değerlendirmeden söz etmekten kendimi alamıyorum. Değerlendirmeyi yapan, onun çok yakınlarından, benim de sevdiğim çocuklardan biri. Benden çok daha gençtir ve hâlâ öyle cin fikirli. Altmışlı yılların ortalarında, partinin bir tür danışma kurulu niteliğinde bir eğitim, bilim ve araştırma bürosu oluşturulmuştu. Onun daha farklı bir benzerinin birleşimi üzerinde konuşulurken ortaya çıkan iki karşıt eğilim gözleniyormuş: Birini Yalçın Abi temsil ediyor ve kapının önünden geçen solcuya benzer herkesi kolundan çekip içeri alıyor. Öbür ucu da ben temsil ediyorum. Kendi isteğiyle kapımıza gelmiş aydın, yazar, çizer kimseleri durdurup belirlediğimiz niteliklere uygunlukları açısından sınavdan geçirmeyi savunuyorum.

Dedim ya, cin fikirli. İkimiz de hiç kızmamıştık gerçekçi yanları ağır basan bu değerlendirmeye.

***

Onunla birlikte futbol oynamışlığımız bile vardır. Bunu anlatmak için filmi biraz geri sarmam gerekecek.

Anıttepe’de futbol oynanabilen alanlar vardı bir zamanlar. Öyle paralı falan değil, erken gidip boş bulan oynardı. Oradaki bir maçta, Yalçın Abi’nin birçoğumuzu güldüren bir seslenişini hatırlarım. Bizim takımda çevik, hareketli bir arkadaşımız vardı. İyi oynardı, ama topu ayağına geçirdi mi, çalım üstüne çalım,  kimselere vermez, sanki evine götürecek. Yalçın Abi bir defasında dayanamamış, bağırarak uyarmıştı:  “Oğlum, çok bireyci oynuyorsun!” Ne var bunda, denebilir. Ama futbol sahalarına pek yakışmayan, oldukça “kitabi” bir sesleniş olduğu herhalde kabul edilecektir. İşin bu yanı bir yana bırakılırsa, bu oyuna boşuna işçi sınıfının sporu denilmemiştir; bireyciliği bağışlamaz.

***

Yalçın Abi ile en son yüz yüze görüşmemiz İstanbul’daki bir parti konferansındaydı. Beş altı yıl kadar oluyor. Akçay’ın oralarda bir yerde yaşıyordu. “Oğlum, karını da al gel. Yerimiz var. Oralar güzeldir, bilirsin. İstediğiniz kadar kalırsınız.” demişti. Telefon görüşmelerimizde de söylerdi. Yapamadım.

Oysa ne iyi, bana emeği geçmiş kıdemli bir komünistle saatlerce oturup konuşmuş olurduk. Hepsi birer ikişer çekip giderken, bir daha nasıl bulurum öyle fırsatı…