Uzatmayalım, demokrasi oldukça, kalkınma da olur. Boşuna demiyorlar, demokrasi olmazsa ne dışarıdan sermaye gelir ne memleket kalkınır!

Her yerde seçim var

Toplam nüfusları 4 milyar dolayında olan 80’e yakın ülkede seçim varmış bu yıl. Demek, “her yerde” sözünde büyük bir yanlışlık bulunmuyor. Bu kadar demokratik bir dünyada, başka türlü söylersek, demokrasinin her köşesine yayıldığı şu yeryüzünde yaşayacağımız bir yıla daha girdiğimiz için kendimizi ne kadar şanslı saysak azdır.

Endonezya’dan Brezilya’ya, Hindistan’dan Güney Afrika’ya, Birleşik Amerika’dan bizim ülkemize kadar çeşit çeşit seçim… Kimisinde koca koca başkanlar, kimisinde parlamenterler, kimisinde belediye başkanları seçilecek. Sözün kısası, dünyaca bir demokrasi şöleni yaşamak üzereyiz. Ne mutlu bizlere, denmez de ne denir şimdi!

İyi de, kimler seçiyor, bir; kimler seçiliyor, iki. Bu iki soruyu sorarak devam edince, mutluluktan geriye ne kalıyor, ona da bakmak gerekir.

Bakalım. Hem de bütün o seçimlerin yapıldığı yerlerin en imrenilenlerinden yahut en çok örnek gösterilenlerinden biriyle, sözgelimi, Birleşik Amerika ile başlayalım. Öyle başlayıp yine gelişmiş bilinenlere değinmelerle sürdürelim ki, “Canım sen de demokrasisi en sorunlu olanlara kafayı takmışsın!” sitemleriyle karşılaşmayalım.

ABD’de lobilerin ve şirketlerin ülke yurttaşlarının seçimlere karşı ilgisizliği olgusundan alabildiğine yararlandıkları, bilinen bir durum. İnsanların artık seçme hakkından vazgeçmelerinden ya da bu hak karşısında kayıtsız kalmalarından söz ediliyor. Seçme hakkı olanların yaklaşık yarısının kendilerini seçmen kütüklerine yazdırma zahmetine bile katlanmadıkları tahmin ediliyor.

O kadar da değil. Bir de kayıtlı olduğu halde seçime katılmayanlar var: Amerikan seçmenlerinin ancak yarısının sandığa gidip oy kullandığı gerçeğini de eklemek gerekiyor.

“Bütün seçmenleri alın; kaydolmamış yarısını düşün; kalan yarısının da sandığa gitmeyerek seçimlere katılmayan yarısını düşün; geriye kalan, demokratik seçmen potansiyelinin dörtte biridir ki, bu kitle başkanı seçer. Çoğunlukla başkan kullanılmış oyların yarısını bile almaz. Amerikan başkanlarının büyük çoğunluğu, seçmenlerin yüze 10’u-yüzde 12’si tarafından seçilir. (…) Her ikisi de tüm seçmenlerin yüzde 70’inin katıldıkları seçimlerde oyların ancak yüzde 40’ını aldıkları halde Bayan Thatcher’ın ve Bay Blair’in Büyük Britanya’da milletvekillerinin yüzde 60 ila 70’ini oluşturan bir parlamento çoğunluğunu ellerinde bulundurduklarını da unutmayalım.”

Kimlerin seçtiği, böyle.

Devam etmeden, bizden bir örneği ekleyelim: 2002 genel seçiminde oyların yüzde 34,3’ünü alan AKP, milletvekillerinin yüzde 66’sından oluşan çok güçlü bir parlamento çoğunluğunu eline geçirmiş ve yüzde 10 seçim barajı nedeniyle geçerli oyların yüzde 45’inden fazlası parlamentoya yansımamıştı. Bugün çok uzadığı hemen herkesçe kabul edilen dönem, mutlak bir azınlık iktidarını ortaya çıkaran bu seçimle başlamış oldu; hazırlayıcısını anlamak içinse 22 yıl geriye gitmek gerekiyordu.

Kimlerin ya da seçmen konumunda bulunanların ne kadarının seçtiğine ilişkin bir hatırlatma daha: Avrupa Parlamentosu seçimleri de bu yıl yapılacaklar arasında bulunuyor. Bizim Osman Çutsay, 29 Mayıs 2014 tarihli günlük soL gazetesindeki yazısında, o sıralarda yapılan AP seçimlerinin sonuçlarının Doğu Avrupa halklarında “hakaretamiz bir soğukluğa” işaret ettiği gözlemini yaptıktan sonra, Baltık ülkelerinde yüzde 30 ile 45 arasında değişen, ötekilerde de daha yukarıya çıkmayan katılım oranlarının o zamanki adıyla Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 19.5’e düşerken, Slovakların ise sadece yüzde 13’ünün “yarım saatini ayırıp oy atma zahmetine katlandığı”nı  yazmıştı.

Devam edelim.

Kimler seçiliyor sorusu da önemli elbette. Az önceki kimler seçiyor sorusunun bazı yanıtlarına ulaşırken yardımına başvurduğumuz kişiden yararlanacağız yine. O kişi, ünlü bir sosyal bilimci olan, ayrıca aktif politikayla da uğraşıp 1988’de İngiliz vatandaşlığına geçerek “Sir” unvanını alan ve Lordlar Kamarası’na üye olan Ralph Dahrendorf idi. Yine ondan yararlanacağız. Ama bu kez dolaylı olarak.

Asıl kaynak, Amerikalı bir senatör. Adı Bill Bradley. ABD’nin tanınmış üniversitelerinden Princeton’dan  BA ve Oxford’dan MA dereceleri almış. Aynı zamanda eski bir basketbolcu. Meraklıları bilecektir, Amerikan basketbol liginin ünlü takımlarından biri olan New York Knicks’de 1967-77 yılları arasında oynamış ve iki kez NBA şampiyonluğu yaşamış. Üç dönem (1979-97) Demokrat Parti’den New Jersey senatörü seçilmiş. Bu “başarısına” güvenerek midir, bilinmez, ABD başkanlığı için Demokrat Parti’den ön seçime girmiş, ama Al Gore karşısında kaybetmiş.

İşte bu Bradley, Sir Dahrendorf’a anlatıyor. Şöyle:

“Kongre’ye seçilmek için bir milyon dolara, Senato’ya seçilmek için on milyona, Başkan seçilmek için yüz milyona ihtiyaç var.”

Kuşkusuz, yaşanmışlıklara dayanan bir hesap. Hesabı aktaransa, buradaki rakamların asla abartılmış olmadığını, tersine düşük hesaplandığını vurguladıktan sonra, devam ediyor:

“Bu, adayların ya çok zengin olmak ya da eğer seçilmek istiyorlarsa kendilerini çok zenginlere bağımlı kılmak zorunda oldukları anlamına gelir ve, modern kapitalizm çağında,  demokrasinin büyük bir sorunudur.”

Bizdeki duruma gelinecek olursa, önce, yazının başındaki iki soruyla da ilgili olarak benzerliklerle birlikte şaşırtıcı benzemezliklerin varlığını belirtmek gerekir. Özellikle, kimlerin seçtiğine ya da seçme hakkı bulunanların ne kadarının oy vermeye gittiğine ilişkin ilk sorunun yanıtı, ters yönde bir eğilimi gösteriyor. Maşallah mı demeli, bizim seçmenlerimiz sandığa gitme konusunda akla ziyan bir azim ve sebat içinde davranıyorlar. Daha ciddi olmaya çalışırsak, iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partilerinin ilan edilmemiş bir iş ve güç birliğinin sonucunda, düzenle köklü sorunu olanların ise ya niyetlerinin ya güçlerinin ya da her ikisinin yetersiz kalmasının da etkisiyle, koştur koştur sandığa gidiyorlar, demek mümkün görünüyor.

İkinci sorunun yanıtı da belli bir farklılık taşıyor. Seçilmeyi aşağı yukarı garanti etmek, hiç değilse seçime girmeyi amatörce spor yapmanın ötesine geçen bir işe dönüştürmek için para çok önemli kuşkusuz. Ama, daha önce, kazanma olasılığı güçlü partiyi doğru seçmek, varsa parayı orada harcamak, para yoksa başkana/reise/şefe/beyefendiye/yönetime, her nasıl adlandırılıyorsa ona itaat ve hizmet etmek gerekiyor. Bu önceliğe uygun davranıldığında, paranın önemi azalıyor. Hazine yardımı var, çeşitli beklentilerle yapılan yüklü bağışlar var, son yılların yerleşmiş terimiyle “yandaş medya” var, iktidarda olanlar için çok etkili kurum ve kuruluşlar var… Kısacası, yok yok… Hem sonra ille de milletvekili olunacak, bakan olunacak, işte buna benzer makam ve mevkilere gelinecek değil ya. İrili ufaklı belediye başkanlıkları var, meclis üyelikleri var, seçilememe durumunda merkezi ve yerel yönetim kuruluşlarındaki bürokratik koltuklar var; oralar da memleket ve millete hizmet etmenin gayet uygun yerleri.

Uzatmayalım, demokrasi oldukça, kalkınma da olur. Boşuna demiyorlar, demokrasi olmazsa ne dışarıdan sermaye gelir ne memleket kalkınır!