Sözün özü, kölecilik denilen dönem bitse de kölelik bitmemiştir; çünkü, salt ekonomik bir olgu olmanın ötesindeki sömürü ve onun öznesi durumundaki toplumsal sınıflar hep varlığını sürdürmüştür.

Demokrasinin son aşaması

“Son” yerine, kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkiyle ilgili olarak söylenmiş çok bilinen saptamayı kullanıp “en yüksek” de diyebilirdik. Ancak, henüz en yüksek olanına ulaşılıp ulaşılmadığı bilinmiyor. Bilinmiyor da değil aslında, ulaşılmadığı rahatlıkla ileri sürülebilir; çünkü “yüksel ki yerin bu yer değildir” sözü onun için söylenmiştir sanki. Çalışıp didinen, çabaladıkça sürünen emekçi yığınlarının üstünde türlü görünümlere bürünerek yükselir, yükseldikçe küstahlığı ve ikiyüzlülüğü artar, eksilmez.

Epey eski kartlarımı karıştırırken bulduğum notların birinde, “seçim hilesi kategorileri” başlığını koyarak şunları yazmışım: Her bir kategori altında çeşitli hile biçimleri yer alabilir. Bunlar değişik coğrafyalarda, egemen sınıfların demokrasi ihtiyaç ve iddialarına bağlı olarak farklılık gösterir; her devletin tehdit algısı ile yerleşik alışkanlıklarına göre, makul olandan inanılmaz olana kadar gidip gelen bir salınım içinde gerçekleşir.

O kategoriler arasında şu ikisine de rastladım: 1. Seçme ve seçilme hakkını zedeleyen ya da ortadan kaldıran yasal düzenlemeler ve uygulamalar. 2. Genel ve eşit oy ilkesini çiğneyen yaygın uygulamalar ve bunların varlığının yadsınması/önlenmemesi/süreklilik kazanması.

İkisinin birbiriyle bağlantısız olmadığı düşünülebilir. Ama ikincisini bir yana bırakıp şu sıralar gündeme yerleşen ilki üzerinde durmakta yarar var.

Salı günü parlamentoda yaşanan Can Atalay olayı üzerinde durmak istediğim anlaşılmıştır sanıyorum. Ali Rıza Aydın’ın ertesi gün burada yaptığı saptama şöyleydi: “Meclis, Anayasada kendi üyelerinin de dayanağı olan, “seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı”nı hüküm altına alan 67. maddeyi yok sayarak, Anayasayı yok sayarak kendi meşruluğunu sorgulamaya açmış oldu. Anayasanın “milletvekilliğinin düşmesi”ne ilişkin 84. maddesi de ihlal edildi. Çünkü ortada Can Atalay’la ilgili “kesin hüküm” yok. AYM’nin bireysel başvuru kararlarında da belirtildiği gibi, ihlal kararı sonucu kesin hüküm kalmadı, hak ihlallerinin ortadan kaldırılması ve yeniden yargılama yapılması gerekiyor.”

Bugüne kadar faşist eğilim ve eylemleriyle bilinen bazı siyaset adamlarının ileri sürdüklerinin tersine, kesinleşmiş bir hüküm yok ortada. Dolayısıyla, yapılan “okutma” eyleminin de bir geçerliliği bulunmuyor. Başka bir anlatımla, hukuk açısından, ortadan kaldırılmış bir hükmün okutulmasını izlemişiz; var olmayan bir “şey” okunmuş ve buna dayanılarak “milli irade”, daha doğrusu, milletin Hatay’da yaşayan onbinlerce yurttaştan oluşan bölümünün, düzen ile depremin ortak ürünü çöküntülerin altından kalkıp ortaya koyduğu iradesi çiğnenmiş.

Gerçi o “kutsal” milli iradenin hiçe sayılmasına yabancı değiliz. Çoğunlukla Kürt yurttaşlarımızın yaşadığı ve adları ile sayılarını hatırlamakta zorlandığımız birçok kentteki belediyelerde yıllardır sürüp giden atanmış kayyum yönetimlerinin, düpedüz  sıradan bir demokrasi uygulamasına dönüştüğünü; hatta bunun bir tehdit ve pazarlık aracı olarak kullanılmasının  gündeme getirilebildiğini kimimiz tanık olarak, kimimiz içinde yaşayarak öğrenmiş durumdayız.

Aslında konunun hukukla ilgili yanları üzerinde durmak niyetinde değilim. İki nedenle: Yeterince yapıldı bu iş, üstelik en azından bazıları son derece yetkin isimler tarafından. İkincisi, bu konuda ek açıklıklar getiren bir değerlendirme yapabilecek ne uzmanlığım var, ne de gereğince serinkanlı davranabilirim. Gereken serinkanlılığı ya da nesnelliği göstermemi engelleyebilecek duygusal yakınlıklar söz konusu. Can Atalay’ın adını taşıdığı, ama kendisinin görme şansı bulamadığı amcası Şerafettin Atalay, bizim “birinci” vurgusuyla tarihe geçmiş partimiz TİP’in Amasya İl Başkanı ve Genel Yönetim Kurulu yedek üyesi olduğu sırada, 27 Ocak 1971’de katledilmiş ve soruşturmayı yürüten savcı bunun “bir siyasi cinayet” olduğunu açıklamıştı. Benim de diyar diyar dolaşıp emekçilerin haklarını savunan o çocukla  karşılaşma ve tanışma fırsatım olmadı, ama babası Mustafa partiden eski bir tanışımdı. Onunla en son 15 Mayıs 2010’da Ankara, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde “Behice Boran Yüzüncü Doğum Gününde Dil-Tarih’e Dönüyor” başlığıyla düzenlenen etkinlikte karşılaşmış; ayak üstü birkaç laf da etmiştik galiba. Galiba mı? Şimdi gel de söylenme: Ey unutuş, sen ne kadar acımasızsın!

Bunları not ettikten sonra atlanmaması gereken yere geliyorum. Neden atlanmamalı dediğim yeterince açık olmalıdır: Bireysel ve toplumsal haklarla özgürlükler için mücadele başkadır, demokrasi için mücadele başka. İlki, sömürücü sınıflar var oldukça sürecektir; buna karşılık, ikincisi, o sözcükte “demos” denilen halkın yönetimi ya da iktidarı, sömürücülerin egemenliği altında kaldıkça, sömürülen sınıflar için bir afyon ve asıl kurtuluşa doğru yürüyüşü köstekleyen bir ayakbağıdır. Bu hâlâ anlaşılamamışsa, halimiz harap, demektir.

Bu olay ve ileride ortaya çıkabilecek benzerleri, ülkemizdeki mücadeleci insanlarda, onların partilerinde, örgütlerinde geleneksel ya da kalıtımsal olarak varlığını bildiğimiz “demokrasi aşkı”nın yeni bir kışkırtıcısı olabilir. Son birkaç gündür demokrasi için, çok sevdiğimiz ülkemizi daha da sevilir kılmak üzere demokratikleştirmek için en geniş birlikteliği sağlama görevinin bir kez daha dillere düşmeye başladığına tanıklık ediyoruz. Üstelik, bu kez, en geniş birlikteliğin içine tek adamın ve onun koalisyon ortaklarının dışında, neredeyse her boydan ve her soydan kişi, akım, örgüt, parti giriyor; hedef tahtasında ise “tek adam” ve onun ne menem “bi’şey” olduğu konusunda muhtelif rivayet bulunan rejimi var. “Aman bundan sonra dört yıl seçim yok, aman şimdi kimin ne yapmayı vaat ettiği ve ne yapabileceği değil tek adamın ne kadar geriletileceği önemli, aman bir de İstanbulları şuraları buraları alırsa neler neler yapar…” Varsa yoksa bu tür “şüyuu vukuundan beter” karabasanlar. Ahmet Mithat Efendi soyundan gelişimizin de hakkını verip açıklamadan geçmeyelim: Duyulup yayılması gerçekleşmesinden kötü, anlamına geliyor şu son küf kokulu deyim.

“Korku dağları bekler/bekletir” diyen bir atasözümüz de var; birçok insan zulüm ya da ceza görmekten korkup dağlara çıkar, orada çekilmez koşullar altında yaşamaya katlanır, anlamında. Cemil Fuat Hendek dostumuzun geçenlerde atasözleriyle ilgili olarak yaptığı uyarıyı  ihmal etmeden, biz daha bilimli takılalım. Jean- Jacques Rousseau, ünlü eseri Toplum Sözleşmesi’nde şunları yazmış, oldukça da eski üstelik, 1762’de :

“Aristo da hepsinden önce, insanların yaradılıştan eşit olmadıklarını, kimisinin köle, kimisinin de efendi olmak için dünyaya geldiklerini söylemişti.

“Aristo haklıydı ama, sonucu neden sanıyordu. Kölelik içinde doğan her insan kölelik için dünyaya gelir, bundan daha su götürmez bir şey olamaz. Köleler zincirleri içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler: Köleliklerini sever olurlar. (…) İlk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan korkaklıkları olmuştur.”

Sözün özü, kölecilik denilen dönem bitse de kölelik bitmemiştir; çünkü, salt ekonomik bir olgu olmanın ötesindeki sömürü ve onun öznesi durumundaki toplumsal sınıflar hep varlığını sürdürmüştür. Sömürülen sınıflar üzerinde yarattıkları korkularla birlikte ve onlardan güç alarak…

Not: Yazıyı bitirdiğim sırada Erhan Tezgör’ün ölüm haberini aldım. Yürüyüş dergisinde ve partide birlikte çalıştığım, Toplumsal Kurtuluş’un çıkışında genel yayın yönetmenliğini paylaştığım, Tüm-Der’in kuruluşundan sonraki genel başkanı olan Erhan, 1975’ten beri kimi zaman yan yana kimi zaman uzaktan uzağa, ama hep dost olduğum bir insandı. Arkadaşımdı. Ne diyeceğimi bilemiyorum.