Faşizm, sehvenizm ve alçıpandan Hitler

soL yazarı Galip Munzam, dün bir televizyon programında Ergenekon baskınlarını değerlendiren Nagehan Alçı'nın sözleri ile Türkiye'de yaşanan süreci anlattı.

Dün televizyonda faşizm, genç bir kadın görünümünde dile geldi. Saçları yapılı, tırnakları bakımlı, sesi zaman zaman hafiften titreyen, aslında olmadığından dolayı düşünce sistematiğini takip etmenizin güç olduğu genç bir kadın görünümünde... Bir yandan da kılıktan kılığa girdi bu kadın şahsında.

İzlediniz mi bilmem ama ben izledim. İzler izlemez de bu konuda yazmaya karar verdim. Ancak buna geçmeden önce sevimsiz bir giriş yapmama müsade edin. Çünkü gerekli.

Adorno, faşist propoganda üzerine yazarken, faşizmin nasıl işlediğine ilişkin eşine az rastlanır keskinlikte bir gözlem yapıyor. Bu gözlem belki de faşizmin çarklarının nasıl döndüğü üzerine yazılmış en betimleyici saptamadır. Buna göre faşizm, siyasal amaçları açısından bir belirsizlikle maluldür.

Bunun muhtemel iki sebebi var:

İlkin, faşizm takipçilerinin önemlice bir bölümünü sonunda mutlaka aldatır. Genetiği bunun üzerine kuruludur. “Yetmez ama”cıların önemlice bir bölümü de yeter artık diye bağırır faşizmde.

İkincisi, faşistler kendilerini bir programla sınırlamak istemezler. Neden sınırlasınlar? Terör ve baskıcı yöntemleri itibariyle faşizm, doğası gereği hep kendi sınırlarının ötesine taşmaya meyillidir. Faşist yönetim için, sistematik bir program gereksizdir, zira amacı, yöntemi kesin çizgilerle belirlenmiş bir program faşizmin ne yapamayacağını gösterdiğinden “düşmanı” için bir garanti gibidir.

İşte bu nedenle faşizm, kendisini yasalarla, bir programla bağlamak istemez. Garantisizlik, keyfilik, öngörülemezlik faşizmin anahtarıdır.

Demek ki faşizm aslında sınırsız bir keyfiyet, sorumsuz bir güç kullanımı ortamında kuralların değil kurallar arasındaki boşluklarının uygulandığı bir yönetim oluyor. Demek ki görünürde kasten değil sehven yapılan işlerin yekününe faşizm diyoruz.

Faşizm, aslında bir çeşit “sehvenizm” oluyor.

Sehven yüklenen telefon numaraları, bilirkişi raporlarına sehven girilen bilgiler, sehven başlatılan ev aramaları, davalara ilişkin çarşaf çarşaf “sehven” sızan bilgiler, sonrasında yanlışlık oldu denilen restoran baskınları, münferit denilen içki cezaları, usul hataları. Liste uzayıp gidiyor. (*)

Durum böyleyken Türkiye’de bir çeşit sehvenizmin hüküm sürdüğünü söylemek ve gidişatın daha iyiye olmadığını belirtmek gerekiyor.

Aynı yerde Adorno faşizmin iki temel propaganda tekniğini de ele alıyor ve diyor ki:

1. Faşist propaganda gerçek karşıtlardan ziyade kimi umacılara saldırır. Önce hayali bir Yahudi ya da komünist yaratır, sonra onu parçalara ayırır bunun gerçeklikle ne kadar alakalı olduğunu umursamadan.

2. Bu propaganda söylemsel bir mantıktan, sebep sonuç ilişkisinden ziyade tamamen alakasız iddiaları benzer ya da aynı kelimelerle birbirine eklemler. Bu yöntem akli sınamalardan kaçabildiği gibi dinleyici tarafından da psikolojik açıdan takip edilmesi kolaydır. Dinleyici sorgulamak yerine kendisini faşist propagandacının sözcük denizinin dalgalarına bırakabilir.

İşte sehvenizmin temel pratik kaide haline geldiği ülkemizde dün canlı yayında faşist propaganda yöntemleri uygulandı. Dedim ya dün genç bir kadın görünümünde dile geldi faşizm televizyonda ve şekilden şekile girdi diye.

Kim mi bu genç kadın? Nagehan Alçı. En iyisi gerisini ondan dinlemek.

Nagehan Alçı, daha ilk dakikadan itibaren hükümeti ve Ergenekon soruşturmasını ayakta tutan mantık silsilesini savunmak için siper ediyordu kendisini ve diyordu ki hemen konuşmasına başlarken (**):

“Nedim Şener’in biz gerçek bir gazeteci olduğunu biliyoruz. Nedim Şener, çok ciddi katkılar yapmıştır, Hrant Dink ile ilgili yazdığı kitap Ergenekon zihniyetine ne kadar karşı durduğunu göstermiştir.”

Yani ilk iki cümlesi ile diyordu ki Nagehan Alçı, tarif ettiği umacı “Ergenekon zihniyeti” her neyse o zihniyete karşı durmayan herkes bir şekilde cezalandırılabilir.

Ergenekon zihniyeti isimli umacının ne olduğu tam kestirilemediğinden tam olarak onun/faşizmin istediğini yapmaktan başka bir şansımız yok anlamına geliyor aslında bu cümleler.

Sonra devam ediyordu:

“...Soner Yalçınlarla Nedim Şenerleri aynı potada eritmeyelim. Böyle yapmak, Türkiye’de ilk defa bu kadar ciddi bir şekilde darbecilikle yüzyüze gelinirken bu işi sulandırır...”

Nagehan Alçı için mesele kişilerin, Soner’in Nedim’in yahut başka birinin suçlu ya da suçsuz olması değil, mesele “dava(sı)nın” sağlıklı, sulanmadan -daha ne kadar sulanabilirse- devam edebilmesi.

Dedim ya faşizm dile geldi diye. Burada durmuyordu Nagehan Alçı. Alçı, Nedim Şener’in suçsuz olduğuna sonuna kadar inandığını söylerken bu kez de oradan zıplıyor ve kendisini dava(sı)nın savcısının önüne siper ediyordu:

“Ben kendimi savcının yerine koyuyorum ve şunları görürsem eğer...”

“Tabii ki sabahın kör karanlığında kapılarına dayanırım” demeye getiriyordu kah polis kah savcı kılığına giren Nagehan Alçı. Bir yandan da canhıraş bir şeyler okuyordu. Sorgu tutanaklarından, delil diye öne sürülen çürük çarık bilgilerden medet umuyordu...

Okudukları yalanlanmış, muhatabı tarafından tekzip edilmiş önemi var mı? Kendisine “liberal” diyen bir gazeteci, televizyon ekranında “ben savcı olsam” diyordu.

Hemen ardından faşizmin çarklarının dönüş biçimi olan sehvenizmi anlamsız bir argümanla savunmaya girişiyordu Nagehan Alçı:

“Ama bu soruşturma aşamasında Türkiye’de bu şekilde ilk defa bir sorgulama yapıldığı için savcılık da tecrübesiz, polis de tecrübesiz, aksamalar oluyor.”

Türkiye’de ilk defa soruşturma yapıldığından bu durumu adalet diye yanıp kavrulan savcıların, polislerin evecenliğine verecekmişiz Alçı’ya göre.

Bunun ardından kendisine son seferde tutuklanan iki kişinin yazıp çizdikleri hatırlatıldığında neresinden tutacağını bilmediğim şu cümleler dökülüyordu Nagehan Alçı’nın ağzından:

“Ahmet Şık da Nedim Şener de bugün Ergenekoncu diye etiketlenecek isimler değiller...”

“Şimdi de biz fişliyoruz” deyip gevrek gevrek sırıtan AKP’li vekil kılığına giriyordu bu kez Nagehan Alçı. Sırf kendisinin ve birilerinin canı öyle istiyor diye birilerini “terör örgütü üyesi olmakla” yaftalanmasının normalliğini savunuyordu gözümüzün içine baka baka.

Ardından artık içinde yaşadığımız bu komployu açık edercesine bir “bomba haber” veriyordu bu kez araştırmacı gazeteci kılığına girerek. Nasıl oluyorsa Nagehan Alçı’nın çok emin olduğu bu bomba habere göre Deniz Baykal’ın ikinci bir kaseti varmış. Baykal ve ekibini bununla tehdit ediyormuş OdaTV’ciler, Halk TV’yi almak için.

Bir şey ne kadar çok söylenirse o kadar doğru olduğuna inandığından olsa gerek Nagehan Alçı tezini şu cümle ile kuvvetlendirme ihtiyacı hissediyordu: “Yarın öbür gün başka yerlerden de duyacaksınız.”

İddianın saçmalığı, programdaki herkes tarafından eleştirilince bu kez kolektivitesine yaslanma ihtiyacı duyuyordu Nagehan Alçı ama bir yandan da komşularına ailesinin yaptığı dedikoduları ağzından kaçıran çocuk oluveriyordu bu “bilgiyi” nasıl edindiğini anlatırken:

“...ben de canlı yayına çıkacağım için güvendiğim arkadaşlarıma söyledim. Biz de kullanacağız aman sen de kullan da dediler.”

Kelimesi kelimesine böyle.

On dakika önce OdaTV’nin bilgisayarından çıkan ve Yalçın tarafından reddedilen “falanca kitap yazsın, filanca destek olsun” biçimindeki metni suç delili olarak gözümüze sokan Alçı, bu kez “arkadaş grubu ile koordineli istihbarat malzemesi paylaştıklarını ve yaydıklarını” söylüyordu.

Şoklarla, belgelerle, Türkiye tarihinden darbe manzaraları ile süslediği konuşmasının akli sınamalardan muaf olduğuna emin olmak için kuvvetiyle dinleyiciyi ambale etmeye çalışıyordu Nagehan Alçı. Tam 6-7 Eylül Olayları’ndan bahsedecekken, araya giren Sedat Ergin dayanamayıp itiraz ediyordu “düşünce akışını takip edemiyorum” diyerek.

Sonra bir anda mazlum oluveriyordu Nagehan Alçı. Çoğunluk olmaya, söylediklerinin doğru kabul edilmesine, sindirmeye o kadar alışmış olacak ki programın demokratik olmamasından, yalnızlığından dert yanıyordu programın diğer katılımcılarının sorgulamaları karşısında.

Üzülmüş müydü bu durum karşısında? Sanmıyorum. Zira arada gülüyordu söylediklerinin iler tutar yanı olmadığı konuklar tarafından yüzüne vuruldukça Nagehan Alçı. Küçümser bakışları ve donuk gülümsemesi ile bana yine Adorno’yu anımsatıyordu:

“Küçümseyici ve müstehzi bir ayıklık, faşizmi psikolojik sarhoşluktan daha iyi tanımlar.”

Türkiye’nin ne durumda olduğunu bu kadının dün akşamki görüntüsünden, “yediği nanenin farkında olan” küçümseyiciliğinden, kılıktan kılığa giren ve dile gelen faşizmden daha iyi anlatan bir manzara olamaz.

Nagehan Alçı, dün televizyonda şekilden şekile giriyordu. En son da evlerin duvarlarına “kitsch” desenler yapmak için kullanılan içi kof, alçıpandan yapılmış bir Hitler’e dönüştü konuşurken.

Zira Hitler de tıpkı alçıpan kopyası gibi Kavgam’da muhalefet için ne yapılması gerektiğini şöyle anlatıyordu:

“Ne yapmak lazımdı? Elebaşlarını hemen tevkif etmek, mahkemeye vermek ve milleti katillerden kurtarmak...”

Galip Munzam (soL)

(*) Daha önce soL’da bu konu ilgili bir haber yapıldı. (http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/devlet-sehven-yonetiliyor-habe...).

(**) Programı tekrar tekrar izledim ve hepsini sözcük sözcük yazdım. Nagehan Alçı’nın söyledikleri mealen değil, birebir verilecek. Bunu özellikle yaptım ki dile gelen faşizmin zihniyet dünyasını daha net görelim. Yalnız belirtmem lazım, ifadelerdeki tuhaflıklar bana değil, konuşan faşizme ait. Başka türlü olmasını beklemiyordunuz herhalde.