Yalnızlığın Akademik Hali: Eylembilim

Oğuz Atay’ın, “eylembilim” adını ilk defa günlüğünde, 1976 yılının Mart ayında söze döktüğünü görürüz. 1977 yılında kaybettiğimiz yazar, önceki uzun eserlerindeki gibi değil de daha az sayfalık bir tasarıyla yazmaya başladığı Eylembilim’i ise sonlandıramayacaktır. Hatta öyle ki, eserin son yetmiş dört sayfasına, yayınlandıktan on bir sene sonra, yani 1998 yılında ulaşılmıştır.

Hikâyesi böylesi ilginç olan Eylembilim’in, içerik açısından da aynı ilgiye hak kazandığını söyleyebilir miyiz?

Atay’ın daha evvel yazmış olduğu, Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar ve Oyunlarla Yaşayanlar eserlerinin kendi aralarında ilişkisel bir dizge olduğuna kuşku yoktur. Eylembilim ise, bütün eserlerinden farklı şekilde ele alınan “Bir Bilim Adamının Romanı” gibi, Oğuz Atay külliyatında farklı bir kategorizasyona tabi tutulmaktadır. Kuşkusuz, çok keskin bir ayrım olduğunu söyleyemeyiz, fakat şu nettir ki, Eylembilim’in deneysel yanı, dil ile olan ilişkisi, teknik inşası vs. gibi kriterleri ele aldığımızda, daha önceki eserlerine göre daha az avangard olduğu gün gibi ortadadır. Bununla birlikte, şayet tamamlanabilseydi toplumsal yanı en ağır basan eseri olacağını iddia edebiliriz. Ne ki, Eylembilim üzerine her düşündüğümüzde karşımıza çıkacak olan en büyük sıkıntı, eserin tamamlanamamış olmasıdır. Fakat tüm bunlara rağmen, kesinlikle incelenmeye yatkınlık bakımından güç kaybetmez Eylembilim. Hatta belki de, bugün Atay’ın yazmadıkları/yazamadıkları üzerine konuşmanın vaktidir.

Roman, Server Gözbudak adlı bir matematik profesörünün ölümü üzerine, avukatı Dilaver Kalas’ın, kendisine emanet edilen yazılara, önsöz kıvamında yazdığı bir giriş kısmı ile başlıyor. Daha sonra Server Gözbudak’ın yazdıklarına doğru paralel bir geçiş yapıyoruz. Romanın hem anlatıcısı hem başkişisi olan Server Gözbudak, heyecan ve sıradanlık arasında kalmış bir üniversite eğitmenidir. Dönem ise tam belirtilmemekle birlikte 12 Mart öncesi veya sonrasını işaret etmektedir. Zamanın kesinliği Atay’da yine müphemdir ve bu durum önemsizdir. Hepimizin bildiği gibi, anlatılagelen dönemin üniversiteye yansıyan başat özelliği, öğrenci olayları ve çatışmalar olmuştu. Romandaki akış da bu durum üzerinden ilerlemiştir.

Başlıkta ifade edilen “akademik yalnızlık” ise Server Gözbudak’ın yaşam üzerine sorgulamaları ve bireysel varoluş sıkıntılarıyla ilgilidir. 70li yıllarda Atay’da da mevcut olan, anlaşılmamanın getirdiği sanatçı yalnızlığının akademik formu da diyebiliriz bu yalnızlığa. Zira aile, iş gibi yaşamsal zorunluluklarla, aydın sorumlulukları arasında bocalayan bir profesördür odak noktamız. Bu noktada, söz konusu yalnızlığı daha iyi anlayabilmek için, romanın içeriğine biraz daha değinmek gerekiyor:

Server Gözbudak’ın da yer aldığı üniversitenin profesörler kurulunda üç tane solcu, üç tane sağcı profesör karakteri çizilir. Ve o güne kadar politik anlamda tarafsız kalmış olan Server Gözbudak, nihayet bir evrim geçirmeye başlamıştır. Katledilen solcu bir öğrencinin okul bahçesine gömülmesini isteyen eylemcilere, “Hamletsi” bir sesleniş ile konuşma yaparak, çelişkilerini pratik bir mecraya taşıyan profesör, artık yapay aydınlığı ve aydın kimliksizleşmesi gibi meseleleri, sağcı profesörler ve sol aydın tipi üzerinden sorgulamaya başlayacaktır.

Hastalığı gerekçesiyle bir süre sağcı Refik Bey’in derslerine girmek zorunda kalan Server Gözbudak, Türk aydınının batı öykünmeciliğini, Refik Bey üzerinden adeta yerin dibine sokar. “Refik Bey Tanzimat’tan beri ülkemizin mutlu azınlığının tanıdığı bir aydın ürününün temsilcisiydi.”(Eylembilim,sf:31) Atay’ın burada anlatmak istediği şey, kendi batısını yaratan ve anlatan (aslında batı kültürü ve sanatından bihaber olan), düzene angaje olmuş, kısmen bürokrat kısmen konformist olan “kimliksiz aydın”ın eleştirisidir. Zaten Refik Bey, Reşit Bey ve dekan Adnan Targa gibi sağ temsillerin, öğrenci olaylarının ele alındığı profesörler kurulu toplantısında hayat görüşlerini de kavrarız.

Bir diğeri ise “yarı aydın” eleştirisidir. Bu sefer, odasının duvarına köy çorabı asan ve aynı anda Beethoven dinleyen sol tipolojidir eleştiri oklarının hedefi. Hatta bu trajik durum öyle bir hal alır ki, romanın bir yerinde pikabı olmamasına rağmen Beethoven plağı alan kişinin parodize edilişine şahit oluruz.

Yine sol kesimi anlatırken, İsmet adlı bir karakter karşımıza çıkar. İsmet, kapitalizmi yıkmak için başka ülkelere ajanlık yapmayı planlayan bir maceraperesttir. Onun vasıtasıyla bir eve giden ve burada “hümanist” entelektüellerle tanışan Server Gözbudak, kendisine yöneltilen bir soru üzerine roman ve intihar hakkındaki görüşlerini anlatır. Bu kısımda, klasik roman yazılmasını savunan, modernitenin bunalımlarını yaşayan bireyin ülkemizde henüz inşa olmadığını -yani bulunmadığını, haliyle bu temsillerin romanının yazılamayacağını- belirten ve son olarak yazar sorumluluğuna işaret eden ev erkânına karşı çıkarak bir çıldırma anı yaşayan Server Gözbudak, herkesin karşısında ufak çaplı intihar girişiminde dahi bulunacaktır. Kısacası, Atay’ın okurlarına Oyunlarla Yaşayanlar’da tanıttığı “kültür çorbası” çizimi, Server Gözbudak’ın bütün bireysel ve toplumsal huzursuzluğunun kaynağı görünümündedir.

Romanın ilerleyen kısımlarında, üniversitedeki solcu öğrencilere baskın yapan sağcı grubu engellemek adına, Ayhan Balba liderliğinde sol “akademik”ler ve bir kısım öğrenci tarafından karşı direniş örgütlenmektedir. Server Gözbudak’ın da duruma destek olmaya karar vermesiyle birlikte, silahlar, kum torbaları, barikatlar, nöbetçiler, bombalar işin içine girecektir. Bu kısımlar kuşkusuz Server Gözbudak’ın düşle gerçek arasında kalmışlığının, Atay’ın kurmacasında resmedilişidir. Zira Ayhan Balba gibi eski tüfek solcu profesörlerin bir telefonla ordu karargâhı kurabilmesi, Server Bey’in onları vahşi batının kovboylarına benzetmesi gibi çizimler, tedirgin bir dönem olan 12 Mart’ın gerilimlerini ironik bir dil sayesinde yumuşatmakta ve resmetmektedir.

Sonuçta, kavganın başını sonunu bilmeden ortasında kalan Server Gözbudak, her ne olursa olsun gidişata sessiz kalamamıştır. Hatta bu sebepten polis gözaltısı dahi yaşayacaktır. Bu tip bir konunun işlenmesi ise tesadüf değildir. Atay, gerçek hayatında da bir gün, şimdiki adıyla Yıldız Teknik Üniversitesi’nde tutulan gece nöbetlerine desteğe gitmiştir. Ve yine tıpkı gerçek hayatındaki gibi bu tarafgirliğini tam anlamıyla politize etmemiş ya da sürekli kılmamıştır. Tabi biz bu noktayı roman tamamlanamadığı için göremiyor, sadece varsayabiliyoruz.

Kısacası eylemle bilim birbirine karışmıştır ve tüm bu karışım üniversitelerin gözünden anlatılır. Fakat Oğuz Atay’ın toplumsal sorunsalları daha önemli kıldığını imlemeye çalıştığım Eylembilim, yine de tam anlamıyla sosyopolitik bir kaygının ürünü değildir. Atay’ın yine sık sık metnin arasına girdiği üstkurmaca öğeleri hesaba katarsak “birey” meselesine de büyük önem verildiği su götürmez. Şöyle ki, Atay toplumun korkularını, ölümleri, siyasi cinayetleri vs. anlatırken, sorunların kaynağını ideolojik bir nedenselliğe bağlamaktan öte bireyin iç dünyasının gizlerinde arar. Yıldız Ecevit’in tanımıyla “Bireyselliğin önemli olduğu, alışılmamış motiflerin odakta yer aldığı bir ‘12 Mart romanı’dır bu.”(Ben Buradayım, sf:508) Alıntının sağlamasını Oğuz Atay ile yapabiliriz. Server Gözbudak’ın yaşadığı bir düşünce akışı sahnesinde iç sesi şöyle der: “Sizi fazla bireyci ve toplum hareketlerini yönlendiren kuvvetlerden habersiz görüyorum. Elbette ben bir bireyim. Sizin o bireyci sözünüzü de pek anlamadım”. (Eylembilim, sf:80)

Kuşkusuz Oğuz Atay ne olup bittiğini anlıyordu. Romanda, ne salt bir bireyin çelişkili dünyasını anlatmıştı, ne de kendi başına politik bir eleştiriyi gündem yapmıştı. Bu eserde, gerçek bir hayatın yazıya yansıyışı esnasında ortaya çıkan, birey-toplum ve aydın sorunsalı Oğuz Atay’ın temel problematiği olmuştur (bu noktada bütün eserlerindeki arayışı ve kuşkusuz ömrü izin vermediği için yazamadığı Türkiye’nin Ruhu adlı projesini hatırlamakta fayda görüyorum).

Son olarak, Atay’ın Eylembilim’de de yaptığı/başardığı şeyin, Cevat Çapan’ın alıntılamam şart olan önsözündeki cümleleri olduğunu düşünüyorum:

“Sahte sağduyuya, yapay aydınlara, basmakalıp kavramlara, kof duygululuklara ‘Eylembilim’in intikam kılıcını korkusuzca çeken Server Gözbudak aracılığıyla, çok dolaylı biçimde ve kendine özgü inceliğinle çekilen acıları da eski ustalar gibi yerli yerine yerleştirmeyi başardın.” (Eylembilim, sf:9)

Onur Avcı