Windsor’a Gidemiyorsanız Önemi Yok

BAŞLADIĞI saatte sokaklar adeta boşalırdı. Siyah beyaz televizyon günlerinin en popüler dizilerindendi Uzay Yolu. Kendi adıma söyleyeyim bir başka dünyanın varolduğu fikrini kolayca benimsememde herhalde az katkısı olmamıştır bu dizinin. Başka dünyaların varlığı o kadar doğal gelirdi ki bana, Vulcan gezeneginden gelme uzun kulaklı Mr. Spock sanki az ötemizde oturan komşumuz gibiydi.

Dizinin tuhaflıklarının da farkında olduğumu anımsıyorum. O maceraların geçtiği "başka dünyalar"ın kişilerinin kıyafetlerine takılmıştım örneğin. Moderniteyle ilgisi olmayan, Ortaçağ dönemi kıyafetleriydi giydikleri. Yaşadığımız dünyadan daha ileri bir uygarlığın bireyleriydiler ama, biz "dünyalıların" insanlığımızın çocukluk evresi de diyebileceğimiz, estetikten yoksun, giyinmeden çok örtünmeye yarayan kıyafetleriydi üstündekiler. Pelerinler, boyun bağları, şalvarlar, bandanalar vb.

Biz, başka galaksilerde bizim, hem de çağlar öncesinde bıraktığımız yaşam biçimlerimize benzer bir dünyanın varolduğunu kolayca benimserken, kimileri bir televizyon dizisinde bile olsa bilgilerin uluorta saçılmasını kabullenemiyorlardı. 70’li yılların sonunda, Amerikalı bir NASA çalışanının, Uzay Yolu dizisinin yapımcılarına bir mektup yollayarak, dizinin (galiba) 2060 yılında geçen macerasında, Ay’ın konumlanışının yanlış olduğunu bildirdiğini anımsıyorum. Sözkonusu bilimadamı, "o tarihte ay o tarafta olmayacak, diziniz izleyici yanıltıyor, düzeltin" diye yazmıştı mektubunda.

70’li yıllarda, ay’ın 2060 yılında ne tarafta olacağını hesaplamak meraklı insanların işidir. Yaşantımızda hiç bir olumsuz etkisi olmayacak bir bilgi yanlışının bile düzeltilmek istenmesi meraklı bir bilimcinin, "bilimsel gayretkeşliği" olarak görülebilir. Ama tüm gelişmelerin bu "merak" sayesinde olduğunu bilince insan, kafasına düşen elma sayesinde yerçekimini bulan Isaac Newton’un "gayretkeşliği"ne ne kadar çok şey borçlu olduğunu anlayabiliyor. Newton’dan önce, dibinde uyuyakaldığı ya da gölgesinde dinlendiği ağaçtan kafasına elma düşen binlerce insan vardı kuşkusuz. "Neden düşüyor?" sorusunu sormak, merak duygusuna sahip Newton’un tutumu olabilirdi elbette. İnsanlık yerçekiminin ne olduğunu anlayabilmek için, elmanın doğru kafaya düşmesini bekledi yüzyıllarca.

Bilim tarihini anlatayım derken ölçüyü kaçırıp, "popüler"in tuzağına düşen, böylelikle koca Arşimet’e, banyo yaparken suyun kaldırma kuvvetini bulduran paparazzi huylu tarihçi, yine de bu "uydurmasına" karşın, büyük bilimadamının merak duygusunu iyi aktarmış bize. Hangimizin aklına, yıkanmak amacıyla girdiğimiz hamamda, suyun kaldırma kuvvetine ilişkin deney yapmak gelirdi? Hamamı bile labaratuvar gibi gördüğü için binlerce yıldır hayatımızda Arşimet.

Geçtiğimiz yıllarda iki fizikçi, pişiren herkesin yıllardır bildiği ama sorun olduğunu hiç düşünmediği bir konuda araştırma yaparak kafalarını rahatlattılar. Spagetti makarnanın pişirilmek amacıyla tencereye konması için ortasından kırılırken neden ikiye değil de bir çok parçaya bölündüğü, fizik dünyasında yıllardır yanıtlanamayan bir soruydu. Sözkonusu iki fizikçi hassas kameralarla kırılma anını filme alıp, yaptıkları inceleme sonucu, makarnanın ikiye bölünememesinin nedenini buldular.

Bilimin merakı da var sabrı da. Kimseye zararı olmasa da yararı olmayan, ama bilinmesi en azından merak duygumuzu tatmin eden keşiflerin yanı sıra, insanlığın hayrına olmayan "merakların" da bir hayli yaratıcı olduğunu anımsayalım. Windsor kalesine yolunuz düşerse oradaki işkence odalarını ziyaret edin. Orada sergilenen işkence aletlerini görün. Bir insanın canının daha fazla nasil acıtılacağının ince ince hesabının yapılarak, ne tür aletler yaratıldığına tanık olun. Göğüs kırma kafesinin, insanı hemen değil, birkaç dakika içinde öldürecek biçimde tasarlanmış oluşunun, acı çektirmedeki en hassas buluş olduğunu takdir bile edersiniz, yüreğiniz burkulsa da.

Merak duygusunun vicdanla birlikte gelişmediği zamanların silahıdır benim gözümde o atom silahı. Vicdan, merakın önüne geçmiş olsaydı, elbette savaşlara yol açan gerekçeleri biliyor da olsam, bu kadar kolay kıyım aracı üretmezdi insan diye naif bir düşüncem var. Savaş, sınıflı toplumlar için de, varlıkları paylaşım üzerine kurulu toplumlar için de bir zorunluluk olabilir, kabul, ama Windsor’daki o işkence aletlerini tasarlayan "meraklı" işkenceci sadece bu "zorunluluk" gereği üretmemiş belli ki o aletleri. Öldürmek tek başına yetmez, acı da çekmeli. Mahkûmların, içine konup, yüksekçe bir yere asılarak, günlerce aç, susuz bırakılıp yavaş yavaş öldürüldükleri kafesi de görürsünüz Windsor’da. İşkencecinin de o kafesin altına günlerce gelip, kurbanın ölüp ölmediğini seyredecek kadar "sabrı" olduğunu anlarsınız.
O aletler Windsor’da sergileniyor. "Merak" neler üretmiş diyenler gidip görebilirler. "Sabrın" ne olduğunu anlamak isteyenlere de Irak’a bakmalarını öneririm. Direnişçilerin değil, işgalcilerin sabrından söz ediyorum. İçine kapatılanın bulunduğu kafesi sürekli izleyerek, kurbanın ölüp ölmediğini yoklayan işkencecinin sabrı Irak’taki işgalcilerde de var inanın.
Bunca yıldır, hâlâ Irak’ta canlı kaldı mı diye bakıp, orada işgalci olarak kalmak nasıl vicdansız bir "sabır"dır?

Nasıl?