Voltaire’den “Gandi” Kemal’e

“Tarihsel yanlışlardan hoşlanan uluslar çoktur” der Voltaire. Türkler hakkında olumlu düşüncelere sahip olmadığı bilinen bu büyük filozof, özellikle tarihçilerin çarpıtmalarından yakınır. Öyle ki, “Fatih Sultan Mehmet, bir kavunu kimin yediğini anlamak için ondört uşağının karnını yardırmış” türünden bir söylentiyi örnek vererek, pek de sevmediği Türklere ilişkin bu tür çarpıtmalara tahammül edemediğini söyler.

Büyük filozof onbeşinci yüzyılda yakınıyor bu tür çarpıtmalardan. Ama beş yüz yıl önce ile bugün arasında bir fark yok pek. O zamanlar karar mekanizmalarındakilerinin işine gelecek söylentiler böyle yayılır, kamuoyu bu söylentiler üzerine “hedefe” kitlenirdi adeta. İletişimin, adeta, kulaktan kulağa fısıldamalarla sağlanabildiği o dönemlerde, ortaya atılan her söylenti bir “kent efsanesine” dönüşürdü haliyle. Voltaire’in “tarihsel yanlış” dediği bu söylentiler, “düşman”a saldırı için gerekli olan “meşru” gerekçeyi de doğururdu herhalde.

Tabii doğururdu, çünkü “İnsanların karnını yaran” Türklere saldırmak, ekonomik, politik gerekçelerin yanı sıra, İsa’nın iyi yürekli takipçisi olduğunu düşünen sıradan Hristiyan için, insanlık adına bir “eylem” de kabul edilirdi aynı zamanda.

“Tarihsel yanlışlardan hoşlanmak”, saldırılarına haklı gerekçe bulamayanları rahatlatan bir ruh halidir. Bu tarihsel yanlışlara dayalı “gerekçeler”in varlığı sayesinde, politik amaçların gizlenip, meselenin “insanlık” tarafının öne çıkarılması fırsatı da yakalanır böylelikle. Irak’a sözümona “insani” nedenlerle operasyon düzenlemedi mi o Busht?

İngilizlerin, hiç yaşamamış masal kahramanı Kral Arthur etrafında bile, zaman zaman bu “kral” gerçekmiş gibi bilgilerin uçuştuğu olur. Hiç yaşamadığı kanıtlanmış da olsa Arthur üzerinden kahramanlık, yiğitlik türü kavramlar geliştirildiği de olmuştur. Arthur ile Yuvarlak Masa Şövalyeleri, İngiliz toplumunun moral/tarihsel değerlerini dik tutmak için başvurdukları en sıkı “tarihsel yanlışlardan” biridir.

Folklorik düzeyde kaldığı için bunun bir tehlikesi olmamıştır elbette. Her toplumda, benzeri manevi dinamiklerin oluşmasına katkısı olmuş “tarihsel yanlışlar” yok mudur? İstanbul’un fethi sırasında, kale burçlarına bayrak diken Ulubatlı Hasan’ın, aslında hiç yaşamamış bir hayali kahraman olduğunu daha yeni öğrendik biz ulusça.

Aynı dili konuşan, ortak değerlere sahip bir “ulus” içinde bu tür kent efsanelerinin varlığının, sahte böbürlenme duygusu yaşatma dışında bir zararı olmayabilir. Ama, bir başka ulusa karşı yönlendirilmiş “tarihsel yanlışların” bedeli çok ama çok ağır oluyor. Henüz “tarihsel” sayılmaz ama, en güncel “yanlış” Irak’ta kitle imha silahlarının bulunduğu iddiası değil miydi? Bu bilinçli “yanlış”tan Blair başta olmak üzere tüm ABD dostları çok hoşlanmışlardı vaktiyle.

Benim de doğru olduğunu sandığım bir bilgi sızdırılmıştı bir ara. Saddam’ın kendi kanıyla yazdırdığını söylediği bir Kuran-ı Kerim’den söz edilirdi. Hatta, söz konusu Kuran’ı yazan hattatla da konuşulmuştu. Şimdi, bunun da kurgulanmış bir bilgi olduğu düşünülüyor. Saddam’ın kendi dininin kutsalına da saygılı olmadığı inancını yayan bir söylentiydi bu belli ki.

Hiç bir zaman bulunmayan kitle imha silahları yüzünden mahvedilmiş bir ülkedir bugün Irak. Mahvedicileri, Voltaire’in sözünü ettiği “Tarihsel yanlışlardan hoşlanan uluslar” da yarattılar ne yazık ki. Halkların bilinçaltında var olan kimi yargılar, hiç ummadığımız bir zaman diliminde, ulusların birbirlerini değerlendirme araçlarına dönüştüler. Tüm Yahudilerin ya da İskoçların cimri, tüm İrlandalıların sarhoş, tüm Hintlerin kari kokulu, tüm müslümanların terörist oldukları inancı, günümüzde Medeniyetler Çatışması’nın temel dinamiği haline geldi.

Musevilerin ya da İskoçların cimri oluşları, İrlandalıların pek akıllı görülmemeleri, incitici birer fıkra malzemesi olmaktan çıkıp, ciddi ciddi “ulus tahlillerine” dönüştüler. “Siyahların kafası genetik olarak çalışmaz” diyen bilim adamları var artık üniversitelerde. İdi Amin’in karılarından birini yediğine cidden inanmış bir kitle de oldu bir zamanlar. Karşı olunan ya da küçük düşürülmek istenen uluslar, emperyal güçlerin “hedefi” haline geldiklerinde, onlara layık görülen bu küçültücü sıfatlar, olası bir askeri saldırının kültürel temeli oldu zamanla.

Voltaire’den bu yana beş yüz yıl geçti. “Tarihsel yanlışlardan hoşlanan uluslarla” yaşamaya artık alıştık.

Alıştık ama şimdi de, kendi halkımızın “tarihsel yanlışlardan hoşlanan” kimi bireyleriyle uğraşıyoruz. Terbiyeden nasibini almamış bir alçak, Kılıçdaroğlu için “Alevidir, o nedenle sünnetsizdir” deyiverdi, duymuşsunuzdur.

Alçağa alışılmıyor. Alışılamadığı için de alaşağı edilmelidir.

Seviyesizliğimi bağışlamanız umuduyla belirtiyorum. Alçağı alaşağı etmenin tek bir yolu vardır Alevi için: Sadece fermuarını indirmek.
Hepsi bu.