Telefon da satar opera da söyler

Özellikle televizyonlardaki şarkı yarışması jürileri için düşünürüm. Çok dikkatli izlediğim için biliyorum. Karşılarına çıkan yarışmacıların “ne olmadıklarından” ya da bekledikleri gibi olmadıklarından çok emindirler. Öyle ki bu “emin olma” durumundan ötürü, tavırlarında “kendini beğenmişlik” havası pek hakimdir. Yarışmacıların, yeteneklerini sergiledikten sonra, adeta gözlerinin içine acıklı acıklı bakarak, değerlendirmelerini bekledikleri o jüri üyelerindeki “egemen” tavır, değme iktidar sahiplerinde yok.

Böyle düşündüğüm için, her hafta milyonlarca ingiliz seyirciyi ekrana bağlayan x-factor adlı şarkı yarışmasında, jüri üyelerinin, gizli kalmış bir yetenek olduğu belli olan bir yarışmacı karşısındaki şaşkınlıklarına tanık olmaktan bir hayli keyif almıştım. Yarışma jürisinin sürekli üyeleri, karşılarına çıkan Paul Potts adlı bir yarışmacıya hangi şarkıyı söyleyeceğini sorup, “Nessun Dorma” yanıtını aldıklarında, hafiften burun kıvırmışlar, yüzlerine de “hadi söyle de boyunun ölçüsünü al” dercesine alaycı bir gülüş yerleştirmişlerdi. Puccini’nin, ünlü Turandot operasındaki son final parçası olan, Pavarotti’nin tüm dünyaya sevdirdiği Nessun Dorma, elbette herkesin kolay seslendiremeyeceği, yüksek düzeyde nota bilgisi ile çok güçlü ses gerektiren zor bir parça. Jüri üyelerinin tavırlarına haklılık verdirecek kadar zor yani.

Ama Paul Potts, parçayı söylemeye başladığında, kameraların tek tek ekrana getirdiği jüri üyelerinin yüzlerine oturan şaşkınlık, parça mükemmel denecek şekilde sonuçlandığında hayranlığa dönüşmüştü.

Nessun Dorma gibi, söylenmesi için özel eğitim alınması gereken bir eseri seslendiren Paul büyük bir telefon şirketinde satış temsilcisi. Jüri üyelerinden biri, bunu anımsamış olmalı ki şaşkınlıkla söylendi ona: “Telefon satıyorsun ve bu parçayı söyleyebildin”. Üyenin, takdirden çok, belli ki, küçümseme kaynaklı bu şaşkınlığının nedeni, operanın yüksek beğenilere seslenen bir müzik türü oluşu elbette. Bir telefon satıcısının becerebilmesi bu nedenle şaşırtıcı.

Otoritenin böyle şaşırtılmasından mutluluk duyduğumu saklayamam. Bu tür bir mutluluğu 12 Eylülcülerin şaşkınlığı karşısında da yaşamıştım. Jüri de, cunta da, elbette farklı içerikte, farklı alanlarda olsalar da, yönlendirici otoriter kurumlar. Bu yönlendirme işinde tökezlemelerini, kendileri karşısında güçsüz duruma düşürülmüş bireylerin zaferi sayarım. 12 Eylül darbecileri, demokrasiye geçiş oyunu sırasında, eski bir generale kurdurdukları, açık açık da oy verilmesini istedikleri bir partinin iktidara geleceğinden çok ama çok emindiler. Bu partiden aday olanların, adaylıklarını koydukları illerin milletvekili olduklarını gösteren kartvizitleri daha seçim yapılmadan bastırdıklarına tanık olanlardanım. Seçim sonuçları asker destekli bu parti için büyük bir hezimet olmuştu. Beş kişiden oluşan darbecilerin, televizyondaki yüzleri ile, sözünü ettiğim yarışmadaki beş kişiden oluşan jüri üyelerinin yüzlerinin birbirine benzediğini farketmek zor olmadı benim için. Otoritesi sarsılan herkesin yüzlerine yansıyan tepki birbirinden farklı değildir.

Şarkı yarışmasının jüri üyeleri, sıradan bir telefon satıcısından opera dinlemişler, 12 Eylül darbecileri de sıradan seçmenden tokat yemişlerdi. Operanın da, demokrasinin de yüksek sınıfların/eğitimlilerin işi olduğuna inananlar için tabii ki şaşkınlık yaratır bu durum.

Karşısındaki gence, sahne performansı için zayıf not veren dans hocası bir de not düşmüştür: “Sahnede çok zayıf”. Şaşkın dans hocasının dansını sahnede zayıf bulduğu o genç, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dansçısı Fred Astair’di. İster jüri üyesi, ister darbeci, isterse dans öğretmeni olsun, gücünü, otoritelerinden alanların bu yeteneklerle karşılaştıklarında şaşırmaları doğaldır.

İyi jüri üyesi, iyi yönetici, iyi dans öğretmeni, muhatabını iyi tanımalıdır. Hiç değilse, daha sonra şaşırmak da istemiyorsa, erken konuşmamalıdır. Oturduğu jüri koltuğunda da, başında bulunduğu cunta divanında da, ya bir telefon satıcısına ya da sahip olduğu tek oyunu nasıl kullanacağı hiç belli olmayan seçmene rastlayabilir. Otorite sahipleri için hoş rastlantılar değildir bunlar.

Herkesten, tarihin görüp göreceği büyük öğretmen Demokritos’un tavrını bekleyemeyiz elbette. Bu büyük filozof yolda karşılaştığı bir hamalın, taşımakta olduğu odunları ne kadar ustaca dizdiğini görür bir gün. Sohbete başlayınca hiç de boş olmadığını anladığı genç hamalı öğrencisi olarak yanına alır. Bu hamal bir süre sonra felsefe tarihinin ilk büyük sofistlerinden biri olacaktır. Yunan felsefe tarihinde çığır açan Protagoras yani. O kendini beğenmiş jüri üyesi gibi, karşısındakine “ama sen telefon satıcısın” demeden, “odunları düzgün dizen adam, felsefe sistemini de anlar” diyebildiği için tarihin en kıymetli öğretmenlerinden sayılır Demokritos.

İnancımı severim.

Ne gelecekse, sıradan seçmen ile “telefon satıcısı”ndan gelecek.

Bir gün mutlaka.