Mum Gibi

Şu espri dedikleri olgu, akıllı insan faaliyetidir, malum. Ayrıntılardan, insanda, bu beceriye sahip olana karşı hayranlık da uyandıran çıkarsamalar yapmak her babayiğidin harcı değil. En edepsiz sayılanı bile, zeka ile sarmalanınca itiraz edemiyor, esprideki gizli mesajla karşılaşmanın şaşkınlığıyla başbaşa kalıveriyorsunuz.

Fransa İmparatoru Napolyon’a, ziyarete gittiği Paris dışındaki bir şehirde verilen ziyafet sırasında soylulardan biri, “majesteleri, siz bana kardeşimmiş kadar çok benziyorsunuz. Acaba anneniz bizim şehirde bulunmuş muydu hiç?” diye sorar. Son derece masum gibi görünse de soruda aslında bir hinlik saklıdır. Malum, Napolyon soylu bir aileden gelmiyordu. Soruda, Napolyon’un annesinin soylularla yatan hafifmeşrep bir kadın olduğu iması vardır. İnce, çok ince ama ağır bir hakarettir bu. Yudumladığı şarap kadehini yavaşça masaya bırakan Napolyon’un kendini beğenmiş züppe asilzadeye verdiği yanıt müthiştir: “Annem değil ama babam buralara çok sık gelip giderdi bayım.” Kahkahalar arasında yeniden kadehini ağzına götürüp içkisini yudumlamıştır Napolyon.

Bir densize had bilidirmekse had bildirme, espriyse espri. Hepsi var Napolyon’un yanıtında. Ben Mehmet Ali Erbil’in yerinde olsam, madem ki söze dayalı bir iş yapmaktayım, hiciv tarihine geçmiş örneklerden şöyle güzelce sebeplenmeye çalışır, feyz alırdım. Napolyon’a gelinceye kadar bir hayli yerli örnekler de var ki, espri yaptığını sanan onlarca Mehmet Ali’ye yeter de artar bile.

Ama, Türkiye televizyonlarının maymuna çevirdiği “bir kısım seyirci” için fazlasına gerek yok diye düşünmüş olmalı ki, bu televizyon gevezesi, döne dolaşa, aynı esprileri yapar, her iki yılda bir de, nasıl bir saplantıysa, aynı terbiyesiz laflarla Alevileri hedefler. Bir kaç yıl önce de yine televizyonda, “ben Kızılbaş mıyım?” diye saçmalamışlığı vardır. Bu adamın antipatik olmaktaki ısrarı ile istikrarını takdir edenlerdenim. Olumsuzlukta bile olsa bir kararlılığı var çok belli ki. Hani etik konusunda bu kadar ısrarlı olsa yarı evliya tadında bir sunucu bile olabilirdi oysa.

Bu lümpen sunucu, yıllar önce yine, yanılmıyorsam aynı yarışma programında, “uzat bakayım” diyerek elini tuttuğu, yedi ya da sekiz yaşlarındaki bir kız çocuğu için, seyircilere dönüp, sadece yarısını söylediği şu cümleyi sarfedebilmişti: “Bugün elini veren, yarın...”

Televizyon tarihinin bu görülüp görülebilecek en alçak diyaloğu, belki o çocuğun anne babasının da aralarında bulunduğu stüdyodaki izleyiciler tarafından kahkalarla, alkışlarla karşılanmıştı. Televizyonun sersemletici etkisi olduğunu söylerlerdi ama sunucusuyla, izleyicisiyle, tüm muhataplarını bu kadar “namussuzlaştıracağını” herhalde kimse tahmin edemezdi. Bu adam, gerisinin nasıl geleceğini hemen herkesin çok iyi bildiği o utanç verici cümleyi, küçücük bir kız çocuğunun üzerine boca etmeyi espri sanıyordu. Sadece o değil, televizyon izleyicileri de.

Mehmet Ali Erbil’in medyada, politikada sanatta bir karşılığı var. Politikada olsaydı bu düzeysizliğiyle, “şeyini şey ettiğimin şeyi” diyen Bülent Arınç’la yanyana gelebilirdi. Medyada olsaydı, her yazısında küfür eden Engin Ardıç, -şimdi biraz azaltsa da- her yazısında cinsel organdan söz eden bir Serdar Turgut olabilirdi rahatlıkla. Erbil’in gireceği her sektörde mabadını koyacağı bir yerler olurdu mutlaka. Beyni gibi makatı da esnek olanların, şeklini almayacağı kalıp yoktur çünkü bizim memlekette.

Türkiye’de seviyesizlikler birbirine bağlıdırlar. Bir ağacın dalları gibi başka başka yerlere uzanmışlardır ama aynı köke aittirler. “Ermeni dölü”nü, “Rum çocuğu”nu küfür olarak kullanan binlerce insan var bu ülkede. Nefretin “harareti”nde kavrulanların hepsi bu “ağacın” gölgesinde serinlerler.

Tarihin en büyük iftirasının simgesi haline gelmiş Mum Söndü cümlesini kullandıktan sonra, Erbil’in gelen tepkiler üzerine, sözümona özür dilerken, “çocukluğumdan aklımda kalmış, kötü niyetim yoktu” dediğini duyunca, insanın ilerleyen yaşlarında aklında çocukluğundan kalan hiç mi güzel bir hayali olmaz diye sordum kendi kendime. Çok tehlikeli bir ortamda (ortam tehlikeli olmasa da kuşkusuz) söylenmemesi gereken bir cümleyi, çocukluğundan yaşlılığına kadar taşır mı bir insan? Bu kadar yükün altına neden girer? Anneme, babama, ablama, ağabeyime aklımda, ileride hatırlayacağım güzel şeyler bıraktıkları çocukluk yıllarım için nasıl minnet duyduğumu anlatabilmeyi çok isterdim. Evinizde ne konuşulursa onu tekrarlarsınız. Varsayalım ki kötü niyet yok, ama gereğinden fazla kulak kabartmış aile içi muhabbetlere Erbil. Çok yazık.

Esprinin zekayla ilgisi olduğu gibi, özrün de herhalde kalple ilgisi olmalıdır. Erbil’in “eğer birilerini kırdıysam özür dilerim” deyişindeki kendini beğenmişliğe bakılırsa, bu “özür” bile ahlaki bir nedene dayanmıyor bu adamda. Özrün sunulabilmesi için mutlaka “birilerinin kırılması” gerekiyor. Özür dileme edimi de ancak evinizde öğretilebilen ahlaki bir tutumdur. Hiç bir şarta bağlamadan muhatabına gerektiğinde “yanlış yaptım” diyen bir aile büyüğünüz varsa örnek aldığınız, ahlak ağacının meyvelerinden doyasıya yeme hakkınız var tüm yaşamınız boyunca. Ne mutlu.

Benim aklıma mumla ilgili dünya kadar atasözü gelir. Çok da güzeldirler. “Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” der Mevlana örneğin. Ne hoştur. “Koca bir karanlığı küçük bir mum ışığı dağıtır” dendiği de olur çokca. Yani isteyen istediği kadar vecize bulur mumla ilgili olarak. Çocukluğunuzdan aklınızda ne kaldıysa artık.

Ortak yaşama kültürümüze şu boşboğazlığıyla nasıl darbe indirdiğini bilmeyen, programı da yayından kaldırılan Mehmet Ali Erbil, “şimdi derdine mum yak” cümlesinden haberdar mıdır bilmek isterdim. O kadar hassas bir ortamdayız ki, “nasılsa yutuyorlar” rahatlığıyla her ağzına geleni söylediği dönemler artık geride kalıyor. “Mumla ararsın o günleri” diyen var mıdır peki yanında yöresinde?

“Mum söndü”ymüş.

İçinde bulunduğu karanlığı dağıtması için Mehmet Ali Erbil’e küçük bir mum şart ama Alevi’nin “söndürmesi” gereken bir mumu yok. Vicdan sahibi Sünni’nin de, tüm kültürleri zenginlik bilenlerin de söndürmeleri gereken mumları yok. Olmaz da hiç bir zaman.

Vicdanı aydınlık olanın mum ışığına ihtiyacı mı olurmuş?