Kökleşen Özkök

Bakmayın siz kimilerinin dönüm noktası dediğine. Dönüşen herhangi bir şey yok. Türkiye medyasına yirmi yıl boyunca, değişim diye diye son derece zararlı bir “zihniyet”i yerleştiren Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği’ni bırakması(!) önemlidir ama “dönüm noktası” sayılacak kadar abartıyı hak etmiyor. AKP iktidarının son derece başarılı bir operasyonla etkisizleştirdiği Doğan Grubu’nun, “eğer gönderilirse proje başarılı olmuştur” sanısını uyandıracak en etkili figürü olduğundan kendisine yol verilen biridir Özkök. Hepsi bu. Yoksa, ilkeli bir adam olmadığını, rahatlıkla iktidar yanlısı olabilecek biri olduğunu hepimiz biliriz. Dünyanın en hızlı kirlenen medyası olan Türk medyasının gelmiş geçmiş en başarılı “bahçevanı” olarak yetiştirdiği her türden “nebatat” medyada köşebaşlarını tutmuş bulunuyor. Yerleştirdiği “zihniyet” ikliminin gölgesinde rahatça dinlenebilir Ertuğrul bey. Neresi dönüm noktası bunun?

Kabul ediyorum, “büyük adamdı” bir anlamda. Sosyologdu ama, tenekeyi altına çeviren simyacı özelliği taşırdı daha çok. Yalanı o kadar gerçek gibi sunardı ki, değme simyacı eline su dökemezdi. Irak savaşının başladığı ilk günlerde karadan ilerleyen ABD askerlerinin önünde direnmeye çalışan kırık dökük Irak ordusunun açtığı bir çukurun içinde, ellerinde “teslim oluyorum” anlamına gelen beyaz bayrak bulunan iki Irak askerinin cesedinin görüldüğü bir fotoğraf basmıştı gazetesine. Tüm dünyanın gördüğü dehşet fotoğraflarından biriydi bu. Özkök’ün bu fotoğrafı nasıl yorumladığı dün gibi aklımdadır. Savaş ne kadar kötü diyordu yazısında, (elbette kötüdür, doğru). Devam ediyordu sonra: “Bakın, fotoğrafta ellerindeki teslim bayrağını açmaya fırsat bulamadan ölmüş iki Iraklı askeri görüyorsunuz”.

Oysa, beyaz bayrağı kaldırdıkları halde ABD askerleri tarafından öldürülmüş olduğunu herkes biliyordu o iki talihsiz askerin. Böyle olmadığını düşünen, onların, sanki ellerini çabuk tutmadıkları için öldüğünü ileri süren tek kişiydi Özkök. ABD askerlerini aklamada kimse onun kadar hızlı olmadı medyamızda.

Yıllar önceydi. Özkök, Suriye’de Şam havalimanında tam yedi saat İstanbul uçağını beklemiş, dönüşünde yazdığı yazılarından birinde, Suriye’nin dünyada ne kadar yalnız olduğuna kanıt olarak, Şam havaalanına yedi saatte bir inen uçak örneğini vermişti. “İstanbul Paris kalıyor Şam’ın yanında” diye yazdığını da hatırlıyorum. Yazısından çok değil, bir kaç gün sonra, dünyanın en büyük kentlerinden biri olan İstanbul’da Ümraniye çöplüğü patlamış, 39 Türk yoksulu ölmüştü. Şam’dan bakıldığında İstanbul’un Paris gibi görünmesi, Özkök’ün teselli bulabildiği bir şeydi sadece.

Türkiye medyasına armağan ettiği her türden nebatatın ortak tavrı, “dönmek” olmuştur. Bulunduğu yerde hızla dönen bu gazeteci tipi, Özal döneminde, Özkök türü gazeteciler eliyle yaratıldı. Gün geldi, bir de baktık ki, döneklik, neredeyse erdemli bir tavır haline gelmiş. Müsebbibi Özkök’tür. Neden mi? Recep Tayyip Erdoğan hakkında, iktidara gelmeden sadece bir iki hafta önce zehir zemberek yazılar kaleme alan Özkök, Erdoğan başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz, Türkiye medya tarihinin en utanç verici yazılarından birine imza atmıştı çünkü. Başlığı şuydu: “Erdoğan Takıyye Basamaklarını Tek Tek Atlıyor”.

Renkli bir gazeteci olduğu söylenen Ertuğrul Özkök’de, altı renk de mevcuttur ama sadece birisi yoktur. Aynı zamanda utanmanın rengi de olan Kırmızı. Yüzünün kızarmaması bundandır.

İnkar edemem. Yakın arkadaşı Yavuz Gökmen’in ölümünün ardından, en güzel arkadaşlık yazısını da yazan adamdır. İnsani özelliklere sahip olduğu belki buradan anlaşılabilirdi ama gerisini getirmeye, “sürdürdüğü gazetecilik tarzı” engel olmuştur. Doğan bey için yapılan bir gazetecilik türüdür bu, anlaşılması zor değil.

Büyük bir uzlaşmanın “mağduru” olsa da sempatiyi hak etmiyor elbette. Bu hale düşmesi bir “yol kazası”dır. İlkeli olduğundan, iktidara kafa tuttuğundan biletinin kesildiğini söyleyen çıkarsa ağır laf ederim. Tüm uzlaşma, yakınlaşma, zavallılaşma, gazetenin önemli iktidar karşıtı figürlerini uzaklaştırma çabalarına rağmen gitmesi istenmiştir. Çünkü kendi medyasını yaratmış iktidarın artık Özkök gibilere ihtiyacı kalmamıştır. Gönderiliyor oluşu, iktidarın “hesap sorma” konusundaki ısrarını gösterdiği gibi, “gözdağı” için gerekli malzemeyi nasıl iyi kullandığını da gösteriyor.

Para verip alabildiği gazetelerden biri olarak Hürriyet’te Özkök’ün şarap ile özel meraklarına yönelik yazılarını okuyan Türkiye yoksulu, Özkök’ün, bir ara sorduğu, aslında Emin Çölaşan’ı hedef alan “köşeler babamızın malı mı?” sorusuyla herhalde umutlanmıştır bir ara. “O köşelerde topluma sorumluluk duygusuyla yazmalıyız” deniyor diye düşünmüş olmalı.

Köşelerin de, haberini yazdığı bilgisayarın da “babasının (dolayısıyla kendisinin) malı olmadığını medya emekçisi Özkök’ten çok daha iyi biliyordu elbette.

Köşeler de, yurt da “babamızın” değil, “sermaye”nin malı tabii ki. İktidar ile sermaye zaman zaman böyle çatışınca, sermayenin “malı”na yol gösterirler işte. Bize ne bundan? Son on yılda beş bin gazetecinin işsiz kaldığını söylüyorlar. Emeklerini (başka bir şeyleri yok ki) satmaya hazır gazeteciler bunlar. Sadece emeklerini, onurlarını değil.

Fesat karıştırılan ihale haberleri yazdığı için gazeteci Cihan Hayırsevener’i kurşunlayarak öldürdüler geçen hafta. “Bu mesele babamın meselesi değil” diyebilseydi yaşıyor olacaktı.

Tüm dikenlerini kaybetmek kirpi için bir dönüm noktasıdır elbette. Ertuğrul Özkök’ü kirpiyi değerlendirdiğim gibi değerlendiririm ancak. Kendisini korumaktan çok, başkasına batırmak için hep dik tuttuğu dikenlerinden mahrum kalması tabii ki onun açısından bir “dönüm noktası”dır. Türkiye medyası açısından değişen bir şey yok. Özkök, oluşturulmasında büyük katkısı olan zihniyette “gazeteciler” bırakarak çekildi köşe yazarlığına.

Kötü bir gazetecilik bırakarak arkasında.